Büyük Buhrandan Büyük Belirsizliğe

February 12, 2025
February 12, 2025
Büyük Buhrandan Büyük Belirsizliğe

Büyük Buhrandan Büyük Belirsizliğe

Dünya siyasetinde ve küresel ekonomide özellikle son on yıldır giderek artan popülizm dalgası, Kasım ayında ABD Başkanlığına yeniden seçilen Donald Trump’ın yeni icraatlarıyla birlikte geniş ölçekte etkiler doğurmaya başladı.

Donald Trump, eski başkan William McKinley’e (1897-1901) büyük bir hayranlık duyuyor ve onun ekonomik ve dış politika anlayışını kendine örnek alıyor. McKinley, 1890’da henüz başkan olmadan kongre üyesiyken, yüksek gümrük tarifelerinin getirilmesine öncülük etti ve başkan olduktan sonra da bu korumacı ekonomi politikalarını sürdürdü. Ancak o dönemde ABD büyük bir ekonomik kriz ve yüksek işsizlikle mücadele ediyordu. Bunun yanı sıra, dış politikada da genişlemeci bir liderdi; Hawaii’yi ilhak etti, Küba, Filipinler ve Guam’ı ABD topraklarına kattı. Panama Kanalı’nın ilk adımları da onun döneminde atıldı. Bugün Trump’ın Grönland’ı satın alma fikrini gündeme getirmesi, Panama ve Gazze üzerine yaptığı açıklamalar, McKinley’nin yayılmacı mirasına benzer bir yaklaşımı benimsediğini gösteriyor.

McKinley döneminde ABD’nin ekonomik korumacılık politikaları dikkat çekerken, sonraki yıllarda dünya ekonomisi farklı bir yöne evrildi. 1929’daki Büyük Buhran ve sonrasında da benzer korumacı politikalar devreye sokuldu ancak bu kez farklı sonuçlar doğurdu. 1930 yılında Smoot-Hawley Tarifeleri ile ABD, yerli sanayiyi koruma amacıyla yüksek gümrük vergileri uyguladı, ancak bu hamle küresel çapta ticaretin daralmasına, iş kayıplarına ve ekonomik krizin daha da derinleşmesine yol açtı. Bugün de geniş kapsamlı gümrük vergileri ve ticaret savaşları benzer riskleri doğuruyor. Bu bağlamda, bazı ekonomistlere göre son dönemdeki gelişmeler, küresel çapta yeni bir durgunluk ve ekonomik buhran riskini de beraberinde getiriyor.

Kurumlar, Kurallar ve Serbest Ticaret

Öncelikle, bugünkü düzenin İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımından sonra nasıl oluştuğunu ve küresel ekonominin hangi sistemler üzerine inşa edildiğini görmeye çalışalım.

II. Dünya Savaşı’nın ardından dünya ekonomisi büyük bir dönüşüm sürecine girdi. Savaşın yıkıcı etkilerini onarmak ve istikrarı sağlamak amacıyla 1944’te Bretton Woods Sistemi kuruldu. Bu sistemle Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası oluşturulurken, Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) ile serbest ticaretin önündeki engeller kaldırılmaya çalışıldı. ABD ve İngiltere, bu yeni küresel düzenin mimarlarıydı.

ABD hızla dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü haline gelirken, İngiltere dünyadaki konumunu yeniden şekillendirmek zorunda kaldı. Savaş sonrası ekonomik olarak zayıflayan İngiltere, eski imparatorluk gücünü kaybederken, Avrupa kıtasında yeni bir ekonomik birlik kuruluyordu. 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kuruldu ve Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkeler ekonomik entegrasyona yöneldi. İngiltere başta bu sürecin dışında kalmayı tercih etti, çünkü ulusal ekonomisini bağımsız tutmak istiyordu. Ancak 1960’ların sonunda Avrupa entegrasyonunun ekonomik avantajları belirginleşince, İngiltere 1973’te AET’ye katıldı. Bu, ülkenin ticaret yapısını kökten değiştirdi ve İngiltere Avrupa’nın ekonomik sistemine daha fazla entegre olmaya başladı.

Bu süreçte ABD ve İngiltere, küresel ticaretin kurallar çerçevesinde işlemesini sağlamak için 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulmasında önemli bir rol oynadı. DTÖ, uluslararası ticaret anlaşmazlıklarını çözmek ve serbest ticaret ilkelerini güçlendirmek amacıyla oluşturuldu. Ancak, Çin gibi yeni yükselen ekonomilerin bu sistemden nasıl faydalanacağı büyük bir soru işaretiydi.

Aynı dönemde ABD, serbest ticaret rüzgârını daha da güçlü bir şekilde, bu sefer Kuzey Amerika kıtasında estirecek biçimde, 1994 yılında Meksika ve Kanada ile birlikte NAFTA’yı kurdu.

Sovyetler Birliği ise Batı’nın ekonomik sistemine alternatif olarak kapalı ve merkezi planlamaya dayalı bir ekonomi modeli uyguluyordu. Ancak, Batı’nın giderek hızlanan ticari ve finansal entegrasyon süreçlerine uyum sağlayamadı. Sovyet ekonomisi, küresel ticaret trendlerinden izole olduğu için verimsiz hale geldi ve rekabet gücünü kaybetti. 1980’lerin sonunda, Batı ile arasındaki ekonomik uçurum Sovyet sisteminin çöküşünü kaçınılmaz hale getirdi. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, ABD ve İngiltere’nin öncülüğünü yaptığı serbest piyasa modeli tek hâkim sistem haline geldi.

Küresel Sahnede Yeni Bir Oyuncu: Çin

Fakat dünya ekonomisinde asıl büyük değişim Çin’in yükselişiyle yaşandı. 1978’de Deng Xiaoping liderliğinde başlatılan ekonomik reformlar, Çin’in piyasa ekonomisiyle entegrasyon sürecini hızlandırdı. Çin için en büyük sıçrama 1997’de Hong Kong’un ana vatan Çin ile birleşmesi ile geldi. Hong Kong, 150 yıla yakın İngiliz yönetimi altında kalmış, finans ve ticaret alanlarında büyük bir uzmanlık geliştirmişti. Çin, bu birleşmeyle birlikte uluslararası finans dünyasına daha fazla açılma şansı yakaladı ve dünya ticaretinde çok daha büyük bir rol oynamaya başladı.

2001’de Çin’in DTÖ’ye katılması, bu yükselişin en kritik adımı oldu. Çin, özellikle düşük üretim maliyetleriyle Batı pazarlarına büyük miktarda ihracat yapmaya başladı. ABD ve İngiltere, başlangıçta Çin’in ekonomik büyümesini küresel sistemin bir parçası olarak görse de, zaman içinde Çin’in artan ekonomik gücü, Batı’daki sanayi sektörünü olumsuz etkilemeye başladı. Küreselleşme karşıtı söylemler ve ticaret savaşları bu dönemde daha fazla ses getirmeye başladı.

Çin ABD’yi Nasıl Finanse Etti?

1994’te Çin, ekonomisini dünya sahnesine daha güçlü bir şekilde taşımaya karar verdi. Bunu yaparken, parasının değerini düşük tutarak ihracatta büyük bir avantaj sağladı. Çin malları Batı’ya akarken, ülke devasa ticaret fazlaları biriktirdi. Ancak bu parayı kendi Merkez Bankası’nda tutmak yerine, Amerika’nın finans sistemine geri pompaladı. Çin’in merkez bankası, fazla dövizini ABD Hazine tahvillerine yatırdı ve bu sayede Amerika’da faizler düşük kaldı.

Peki, bu ne anlama geliyordu? Amerikan şirketleri sudan ucuz kredi buldu, borçlanarak büyüdü ve daha fazla yatırım yapma şansı elde etti. Ama ironik olan şuydu: O yatırımların çoğu Çin’e kaydı. Fabrikalar kapandı, üretim Asya’ya taşındı, Batı’da finansal mühendislik ve spekülasyon, gerçek ekonomik büyümenin yerini aldı.

Fakat 2014’ten sonra sahnedeki dinamikler değişmeye başladı. Çin’in döviz rezervleri artık aynı hızla büyümüyordu, aksine içeride borç oranları hızla yükseliyordu. Çin’in eski modeli sürdürülemez hale geldi.

Russell Napier’e göre, bugüne gelindiğinde Çin ekonomisini canlandırmak için yeni para politikaları uyguluyor, ancak bu politikalar mevcut döviz kuru rejimiyle çelişiyor. Eğer Çin serbest kur sistemine geçerse, yani parasını piyasanın belirlemesine izin verirse, uluslararası finans sistemi sarsılabilir. Çünkü eski düzeni ayakta tutan sermaye akışı artık yok. Sistemin temelleri zayıflıyor ve büyük bir değişim kaçınılmaz hale geliyor.

Bir Kriz, İki İş Adamı ve Popülizm 

Şimdi bugünleri daha iyi anlamak için 2008 yılına doğru tekrar geri dönelim. 2008 Küresel Finansal Krizi, küreselleşmeye yönelik tepkilerin en büyük kırılma noktalarından biri oldu. Aslında, krizin ana sebebi ABD’deki konut piyasasında yaşanan finansal balon ve bankacılık sektörünün kontrolsüz risk almasıydı. Büyük yatırım bankaları, değeri şüpheli olan ipotek kredilerini menkul kıymetleştirerek satmış ve bu sistemin çökmesi küresel piyasaları derinden etkilemişti. Esasen, bu krizin doğrudan küresel ticaret sistemiyle bir ilgisi yoktu. Fakat, krizden etkilenen halk, serbest ticaret anlaşmalarını ve küreselleşmeyi de bu ekonomik sıkıntıların kaynağı olarak görmeye başladı. Tepkiler finansal sisteme yönelik olması gerekirken, genel olarak küresel ekonomiye yöneldi ve bu durum, korumacı politikaların yükselmesi için uygun bir ortam yarattı.

Bu dönemde, İngiltere’de Nigel Farage, ABD’de ise Donald Trump, küreselleşmeye karşı tepkileri siyasi bir güce dönüştüren figürler olarak ortaya çıktı. Her iki lider de iş dünyasından gelmişti ve halkın ekonomik sıkıntılarını, yerleşik düzenin başarısızlığı olarak yorumluyorlardı. Farage, finans sektöründeki deneyimlerinden yola çıkarak Avrupa Birliği’nin İngiliz ekonomisine zarar verdiğini savunuyordu. Kendi ticari tecrübelerini genelleyerek, Brexit’in İngiltere için bir kurtuluş olacağı fikrini yaydı.

Japonya’ya Niyet, Çin’e Kısmet

1980’lerde Amerika’da genç bir iş adamı olarak Donald Trump, yükselen Japon rekabetine karşı sesini yükselten isimlerden biriydi. Japon otomobillerinin ve elektronik ürünlerinin Amerikan sanayisini nasıl zor durumda bıraktığını anlatıyor, bunun adil olmayan bir ticaret olduğunu savunuyordu. Ona göre, ABD büyük bir güçtü ama ticarette yeniliyordu ve bu, serbest piyasanın değil, haksız rekabetin sonucuydu. Bu dönemde Trump, yalnızca emlak piyasasında değil, ekonomi ve ticaret hakkında da net bir görüş oluşturmaya başlamıştı: Amerika’yı güçlü kılmak için dış rekabeti sınırlamak gerekiyordu.

Aynı yıllarda, Çin’in güneyinde, genç bir yerel yönetici olan Xi Jinping, Xiamen kentinde belediye başkan yardımcısı olarak görev yapıyordu. O yıllar, Çin’in dışa açılma sürecinin yeni başladığı, ihracata dayalı büyüme modelinin şekillendiği bir dönemdi. Xi, ekonomik reformların uygulandığı bir sanayi şehrinde çalışarak, yabancı yatırımları çekmenin ve üretimi artırmanın önemini yakından gözlemledi. Devletin yönlendirdiği büyüme modelini, merkezi planlamanın ekonomiyle nasıl iç içe geçtiğini bu dönemde deneyimledi. Çin’in küresel pazarda yer edinmesi gerektiği fikri, işte o yıllarda şekillenmeye başladı.

İki farklı kıtada, iki farklı yol izleyen bu isimler, bugün takip ettikleri politika tercihlerini kırk yıldır oluştura geldikleri bu zihin müktesebatına borçlu.

Kırılma Noktası post-Truth Yılı 2016

2016 yılı, dünyada algıların objektif gerçekliğin önüne geçtiği, sosyal medyada algoritma ile insanların tercihlerinin şekillendirilebildiği ve post-Truth (gerçek ötesi) hakikatinin zirvede yaşandığı bir yıl oldu. Bu yıl aynı zamanda, küresel ticaretin en büyük kırılmalarından birinin yaşandığı döneme denk geldi: İngiltere’de Brexit gerçekleşirken, ABD’de Trump başkanlık seçimlerini kazandı. Her iki olay da, küreselleşmeye karşı bir tepki olarak görülüyordu. Brexit, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılmasını sağlayarak küresel ekonomik entegrasyona karşı önemli bir geri adım atılmasına neden oldu. Ancak, Brexit sonrası İngiltere ekonomisi beklendiği gibi büyümedi ve İngiltere, AB pazarına erişimini kısıtlamış oldu.  

Donald Trump, Washington’daki siyasi elitlere karşı halkın sesi olduğunu iddia ederek 2016 başkanlık yarışına girdi. ABD’nin serbest ticaret anlaşmalarından zarar gördüğünü ve küresel ekonomik sistemin Amerikan işçilerine zarar verdiğini iddia ediyordu. Başkan seçildiğinde, Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması’ndan (TPP) çekilerek ABD’yi küresel ticaret düzeninden kademeli olarak uzaklaştırdı. Ayrıca, Çin’e gümrük vergileri koyarak ticaret savaşlarını başlattı. Kısa zamanda bu  ticaret savaşlarını daha da sertleştirdi ve Amerikan sanayisini koruma adına bir dizi önlem aldı. Ancak bu politikalar, ABD içinde fiyat artışlarına neden olarak tüketicilere zarar verdi. 2020’de Trump seçimi kaybetti. Ne var ki, Joe Biden yönetimi de Trump’ın Çin’e yönelik sert ticaret politikalarını büyük ölçüde devam ettirdi.

ABD’nin bugün daha da hızlanan uluslararası kuruluşlar, uluslararası mahkemeler ve BM organlarına yönelik çekimser tutumu ve reaksiyonu aslında Trump‘ın birinci dönemindeki bu ticaret Savaşlarının ardından hızlanmıştı. ABD’nin ticaret savaşları sonrası birçok dosya DTÖ’ye taşınmıştı.

ABD, DTÖ'nün Anlaşmazlıkların Halli  Mekanizmasının en kritik unsurlarından biri olan Temyiz Organını etkisiz hale getirdi. Bunu, Temyiz Organı üyelerinin görev süreleri doldukça yerlerine yeni üyelerin atanmasını engelleyerek yaptı. DTÖ’de yeni üyelerin atanması için oybirliği gerektiğinden, ABD’nin bu blokajı, organın zamanla işlevsiz hale gelmesine yol açtı.

Trump yönetimi, temyiz organının yetkisini aştığını ve ABD çıkarlarına zarar verdiğini öne sürerek bu süreci başlattı. Biden yönetimi ise bu politikayı değiştirmedi ve DTÖ anlaşmazlık çözüm sisteminin reform edilmesi gerektiğini savunarak süreci askıda tuttu.

ABD’nin uluslararası hukuk mekanizmalarına yönelik bu tutumuna benzer bir şekilde İngiltere’de bu süreçte fikirleri iktidarda olan ve partisi Reform’da şu anda kamuoyu yoklamalarında birinci parti olarak görünen Nigel Farage, Brexit’le de yetinmeyerek İngiltere’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden de çıkması gerektiğini savunuyor.

Tarifeler Artıyor, Belirsizlik Artıyor

2024 yılında yeniden başkan seçilen Donald Trump, ikinci dönemine ticaret savaşlarını daha hızlı ve kapsamlı bir şekilde sürdürerek başladı. Başkanlığının ilk haftalarında Meksika ve Kanada’ya yönelik %25 oranında ilave gümrük vergisi getirdi. Ancak bu iki ülkeyle yürütülen müzakereler sonucunda, söz konusu vergiler şimdilik askıya alındı. Çin’e ise %10 oranında ilave gümrük vergileri uygulanmaya başlandı. Ülkeye spesifik vergilerin yanı sıra, çelik ve alüminyum sektörlerinde tüm dünyadan ABD’ye yapılan ithalata da %25 oranında gümrük vergisi getirildi.

Trump’ın ikinci döneminde, ilk dönemine kıyasla daha agresif bir ticaret savaşı izleyeceğinin en önemli göstergesi, birinci döneminde Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması'nı (NAFTA) revize  ederek oluşturduğu ve "tarihin en ileri ticaret anlaşması" olarak övdüğü ABD-Meksika-Kanada Anlaşması'nı (USMCA) imzalamasına rağmen, şimdi Kuzey Amerika’daki en büyük iki ticaret ortağı olan Meksika ve Kanada’yı doğrudan hedef alması oldu. Bu adımlarla Trump, USMCA'nın özünü ve ruhunu ortadan kaldırmış oluyor. Buna ek olarak, Avrupa Birliği’ni de sık sık ilave gümrük vergileri getirmekle tehdit ederek baskı altında tutmaya devam ediyor.

Böylesine belirsiz bir ticaret ortamında, küresel yatırımcılar ve iş dünyası, bir gün getirilen, ertesi gün pazarlıklarla kaldırılan tarifeler arasında sağlıklı yatırım kararları alamayacaktır. Yükselen tarifeler diğer ülkelerden de mütekabiliyet ile karşılık bulacak ve bu ortamda anlaşmazlıkların çözümü için Dünya Ticaret Örgütü nezdinde işlevini tam olarak göremeyen bir temyiz mekanizmasının bulunması ise belirsizlik ortamını daha da arttıracaktır.

ABD, Büyük Buhran’ın yüzüncü yıldönümüne bu politikalarla yaklaşırken, son yüzyılda serbest ticaretin teşvik edildiği, kurumlar ve kuralların etkili olduğu bir dönemin giderek geride bırakıldığı görülüyor. Neredeyse 70 yıl boyunca dünya refahını artıran ekonomik entegrasyon ve serbest ticaret düzeni, yerini belirsizliğe ve korumacı politikalara bırakıyor. En ironik olan ise, bu küresel serbest ticaret sistemini başlatan iki ülke olan ABD ve İngiltere’nin şimdi attıkları adımlarla bu sistemi geriye doğru götürüyor olması.

* Bu fotoğraf CC BY-NC-ND tarafından lisanslıdır.

You may also like

Rusya Ukrayna Savaşı ve Küresel Gıda Krizi

March 18, 2022
by Mehmet Demirbaş, published on 18 March 2022
Dış ticaret uzmanı ve eski diplomat Mehmet Demirbaş Rusya-Ukrayna savaşının beraberinde getirdiği küresel gıda krizini anlattı.