Uyanır uyanmaz telefonuma gelen mesajları farkettim. Sabahın erken saatlerinde polislerin hakkımdaki yakalama kararıyla eve geldiğini haber veriyordu iki yıldır görüşemediğim annem. Bir yıl önce, yine bir Şubat günü, yine benimle ilgili gelmişlerdi; ancak bu sefer ziyaretin farklı bir meseleden dolayı olduğunu tahmin edebiliyordum.
Öğleden sonra haberler akmaya başladı. Bildik terane: Dışişleri Bakanlığı sınavlarında usulsüzlük yapılmış, yani soru çalınmış. Aynı iddiayı geçtiğimiz yılki bir dalgada, başka bir kadrodan yine topluca ihraç ettikleri yüzlerce insan için ortaya atmışlardı. Esasen bu anlatı 2016 ilkbaharından beri tedavülde, ancak soruşturma vetiresinin soyut bir senaryoya dönüşmesi bile üç dört yılı bulmuş demek ki.
Daha önce bununla ilgili birşeyler karalamış ve “soru çalma” gibi yöntemlerle Hariciye’ye girmenin ne derece imkansız bir iş olduğunu, belki dinleyecek insaflı birileri vardır diye anlatmaya çalışmıştım. Aslında böyle bir gayrete ihtiyaç bile duymamam gerekirdi, çünkü mahkeme olarak takdim edilen sirklerde bu iddianın delili olarak sundukları tek unsur olan “ifade”lere işkence karıştığı, Ankara Barosu’nun raporlarına kadar girmişti.
“Gerçekler daha çizmesini giyemeden, bir yalan dünyayı dolaşabilir,” demişti Winston Churchill. İnsanlık tarihinin değişmez kör talihidir bu. Yalan her zaman gerçeklere göre daha süratli hareket kabiliyetine sahip olmuştur.
Bizim hikayemiz ise bunun ötesine geçiyor. İçinde yaşadığımız bu zor zamanda yalan, bir salgın hastalık gibi hızla yayılmakla kalmadı; aynı zamanda çok güçlü müttefikler edindi ve onların lojistik desteğiyle hayatlarımızın orta yerine kalıcı karakollar, gözetleme kuleleri kurdu.
Böyle bir ortamda yalnızlığa mahkum edilmiş hakikatlere sahip çıkmak, hem tehlikeli, hem yorucu, hem de zifiri bir karanlığa birşeyler anlatmaya çalışmak kadar beyhude ve irrasyonel görünebiliyor.
Dahası, yalanlar o kadar çok tekrar ediliyor ki, insan kendinden bile şüphe eder hâle geliyor. Öyle ki, en yakınlarından yer yer gelebilen istifhamlara şaşırmaz oluyorsun.
En kötüsü, koyu bir karanlığa laf anlatma çabasının bir yerden sonra verdiği yılgınlık. Kanser hastası küçücük bir çocuğun anne hasreti karşısında bile kalbi yumuşamayan bir güruha ne anlatılabilir ki?
Çıkış yolunu yine Churchill gösteriyor: “Bir cehennemin içinden geçiyorsan, yürümeye devam et!”
Üzerimize kâbus gibi çöken ve izâle edilmesi kapasite ve tahammülümüzden çok fazlasını isteyen bu karanlıkla ilgili yapabileceğimiz fazla bir şey yoksa da; kendimize dair sorumluluklarımız bir yere gitmiş değil, aynı yerlerinde duruyor.
“İnsan, sıradan bir şey, bir nesne değildir; nesneler birbirini belirler ama insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır,” diyor Viktor Frankl, Auschwitz kampından sağ kurtulan ünlü Avusturyalı psikiyatrist.
Ve devam ediyor: “Her şey bir yana, insan, Auschwitz’in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da Shema Yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır.”
Frankl muhteşem eseri İnsanın Anlam Arayışı’nda kamp günlerini anlatırken, “azizler” ve “domuzlar” şeklinde bir sınıflandırmaya gider. Ancak bunun zannedilebileceği gibi SS subayı veya kamp mahkûmu olmakla doğrudan bir ilgisi yoktur. Zira yahudi tutuklular arasında kendisine zor yetecek bir parça bayat ekmeğini başkalarıyla paylaşanlar olduğu gibi, kendi yoldaşlarına SS subaylarının bile yapmadığı kötülükleri reva gören tutuklular da vardır.
İnsanın konumundan bağımsız olarak nasıl biri olacağına dair bu tercihini Frankl “özgürlüklerimizin sonuncusu” olarak tanımlar. Bu özgürlüğü ne Auschwitz insanın elinden alabilir, ne de Erdoğan Türkiye’si.
Bu yüzden bir kez daha, uzaklardan da olsa, kimse duymayacak da olsa savunmamı yapacağım. Size, saçma sapan iddialarınıza veya yalanlar üzerine inşa ettiğiniz bu onursuz düzene saygı duyduğumdan değil; her şeye rağmen hakikate hakettiği hürmeti göstermiş olmak için.
Hiçbir sınavda önceden soru almadım. İmkânım olsaydı dahi almazdım. Yakından tanıdığım eski meslektaşlarımın hiçbirinin böyle bir şeye bulaştığına dair bir malumatım yok.
Ancak bundan daha ileri bir iddiada bulunarak şahsen tanımadığım kişiler adına da kefil olamam. Çünkü sizin yargınız, hükümetiniz, medyanız ve toplumsal kitleleriniz gibi saplantılı ve patolojik boyutlara varmış bir desteksiz atma alışkanlığım yok. Bu işe tevessül eden biri olduysa, suç işlemiştir. İşkence gibi bir insanlık suçuna istinat etmeyen hukukî delillerle ortaya konduğu takdirde, gerekli cezaya çarptırılmalıdır.
Niyetiniz birtakım talimatları yerine getirmek değil de gerçekten işin aslını araştırmak ise, göz önüne almanız gereken kritik bir husus var: Hariciye giriş süreci yazılı sınavdan ibaret değil. En sonuncu aşaması olan ve mülakat olarak bilinen bir sözlü sınav etabı da vardır ki, burada her bir adayın oturuş kalkışından belagatine, genel kültüründen dış siyaset konularına vukufuna ve yabancı dil yeteneklerine bir çok alandaki donanımı geniş, çoğu zaman 10 kişiyi bulan ve ekseriyetle büyükelçilerden teşkil edilen heyetler önünde imtihana tabi tutulur.
Yazılı sınav gibi zaman yönüyle daha esnek, hataların düzeltilmesine imkân tanıyan ve stres faktörünün daha düşük olduğu bir süreçte dahi önceden soru almaya ihtiyaç duyacak kadar bilgi birikimi veya yabancı dili zayıf birinin, bu kusurlarının mülakatta çok daha bariz bir şekilde tezahür etmesi kaçınılmaz. Bu durum bilhassa yabancı dil hususunda geçerlidir. Çünkü bir yabancı dili irticalen kullanmak, yazılı dile hakim olmaktan her zaman daha zordur.
Bu bakımdan, mülakat komisyonu üyeleri işlerini yapmadıkları ve bu iddiaya konu haksız girişlere alet oldukları şüphesi altındadır. Soruşturma makamları gerçekleri ortaya çıkarma konusunda samimi iseler, bunu bir suç duyurusu olarak değerlendirebilir, en azından bu kişilerin görüşüne başvurabilirler. İhtiyaç duyulduğu takdirde, benim sözlü sınavımda görev yapmış olan ve çoğu halihazırda göreve devam eden büyükelçilerin isimlerini hatırladığım kadarıyla kendilerine bildirmeye hazırım.
Bağımsız ve tarafsız bir hukuk sistemi önünde cevabını veremeyeceğim hiçbir soru, hesabını veremeyeceğim hiçbir eylemim yok. Ancak bunu kanıtlamak için hukukun üstünlüğü endekslerinde Rusya, Çin ve hatta İran’ın bile altında yer alan, işkence konusundaki şöhretini sağır sultanın bile duyduğu, çocuklara bile merhameti olmadığını defalarca kanıtlamış rejiminize kendi rızamla gelmemi beklemeyin.
Bu yazdıklarımın herhangi bir şeyi değiştireceği gibi bir illüzyon içinde değilim.
Yine de bu zor zamanların ve adaletsiz düzeninizin yaşattığı duvara konuşuyor olma hissinden payıma düşene sırt çevirmek doğru olmazdı.
Viktor Frankl, insanın nasıl biri olduğunu çevresel koşulların belirlediği yönündeki freudyen teoriye itiraz ederek, Auschwitz ortamının insanlar arasındaki bireysel farkları bulanıklaştırmadığını, bilâkis azizlerin ve domuzların maskelerini düşürerek bu farkları daha da belirginleştirdiğini söylüyor. Sizin eseriniz olan bu ülke de öyle.