ZENGİNLİĞE Mİ DÜŞMANIZ, ADALETSİZLİĞE Mİ? (in Turkish)

June 8, 2020
ZENGİNLİĞE Mİ DÜŞMANIZ, ADALETSİZLİĞE Mİ? (in Turkish)

Devam etmekte olduğum Hollandaca kursunda birkaç gün önce ilginç bir diyalog yaşandı. Eğitim sisteminde gidilecek olan bir bütçe kısıtlaması için seçilmesi gereken üç alternatif üzerine bir konuşma egzersizi yapıyorduk. Sınıfın büyük çoğunluğu, bu üç seçenekten birini “varlıklı ailelerin çocuklarına eğitim yardımı yapılmaması” olarak belirlemişti. Ben ise, zengin olmanın cezalandırılacak bir şey olmadığını, bu insanların aynı zamanda daha fazla vergi vererek topluma katkı sağladıklarını belirttim. Bu kez hocamız, sanırım biraz da gündemin tansiyonuyla, “Trump’ın çocukları bile bu yardımdan faydalanmalı mı?” diye sordu. “Eğer herkes için geçerli bir düzenleme ise, evet; tıpkı Hollanda kraliyet ailesinin bile halihazırda devletten çocuk yardımı alması gibi…” cevabını verdim.

Konu, süre kısıtı nedeniyle çok uzamasa da beni sonrasında uzun uzun düşünmeye sevk etti. Sınıf arkadaşlarıma ve daha birçok insana, varlıklı insanların çocuklarının parasız eğitim hakkından faydalanmamaları gerektiğini düşündüren neydi?

Buna geçmeden önce eğitime ilişkin bir parantez açmak isterim. Bir toplumun kalkınmasını sağlayan en büyük itici güç eğitimdir. Toplumun ekonomik kalkınmasında başat rol oynayan bilim ve teknoloji, dolayısıyla sanayi ve buna bağlı olarak ticaret, ancak belirli bir eğitim düzeyiyle mümkün olabilir. Yalnızca ekonomik kalkınma değil; sosyal, bilişsel ve ideolojik bir gelişim de ancak nitelikli ve eşit şartlarda verilen bir eğitimle sağlanabilir. Dolayısıyla temel toplumsal problemlerin tamamının kökenine inildiğinde eğitim eksikliği ile karşılaşılması elbette tesadüf değildir.

Peki zengin insanlar bu resmin neresindedir? Hollanda bu konuda önemli bir örnek teşkil ediyor. Ekonomi çarkının çok büyük bir kısmının vergilerle döndüğü Hollanda, bünyesinde güçlü bir orta sınıfın yanı sıra, azımsanmayacak sayıda varlıklı vergi mükellefini barındırıyor. Bu ülke, eğitim imkanlarını bütün çocuklara ücretsiz sağlıyor. Özel okul yok denecek kadar az. En zengin kişilerden tutun siyasilere, memur ve işçilerden, sosyal yardımdan faydalanan işsizlere kadar toplumun her kesiminden insanların çocukları aynı okullarda bedelsiz olarak eğitim görüyor.

Ücretsiz eğitimin topluma sağladığı sayısız pozitif dışsallıktan belki de en önemlisi, bunun toplumsal birlik duygusunu sağlamlaştırmasıdır. Çocukların ekonomik düzey gözetilmeksizin aynı sınıflarda, aynı kalitede ders almaları bana göre sosyal barış için tek başına bile önemli bir husus. Sınıf farklılıklarını sıfırlaması mümkün olmasa da, asgari düzeye indirebilmesi açısından takdir edilesi bir durum.

Eğitimin ücretsiz ve belirli bir standarda sahip olması, aileleri başka alternatifler aramaktan da uzak tutuyor çoğu zaman. Bunun tersi bir senaryoda, sırf varlıklı olduğu için çocuğunun eğitim masrafını ödemek zorunda kalan bir aile “Madem bu parayı ödüyoruz, o halde neden daha iyi bir okulda okumasın?” fikriyle özel okulların sayısında bir artışa sebep olmaz mı? Daha iyi öğretmenler özel okullarda çalışırken, devlet okullarının vasatı gitgide düşmez mi? Tanıdık bir senaryo değil mi?

Aynı Türkiye örneğinde olduğu gibi, eğitimde standardın tamamen ailelerin ekonomik durumlarına bağlı olduğu, “ne kadar çok ödersen, o kadar iyi eğitim alırsın” düşüncesinin hakim olduğu ülkeler için toplumsal sınıflar arasındaki makasın her geçen gün biraz daha açıldığını söylemek mümkün.

Şimdi tekrar kurstaki tartışmaya dönüyor ve düşünüyorum. Söz konusu arkadaşlarımın hemen hepsinin müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerden geliyor olması, toplumsal dinamikleri aşağı yukarı bilmesem, seçimleri konusunda beni şaşırtabilirdi, ancak halihazırdaki müslüman coğrafyasının bu konuya başka bir refleks göstermesi pek olası değil.  

Her ne kadar İslam dini ve peygamberinin öğretileri (kendisinin sade bir yaşamı tercih etmesine rağmen) çalışmayı, ticareti, meşru kazancı ve serbest girişimi teşvik edip, özel mülkiyeti kabul etse de; bir şekilde müslüman dünya fakirliği kutsayıp, zenginliği lanetler hale gelmiş durumda.

Bahsekonu coğrafyada, Suriye ve Irak’taki Baas yönetimleri ile Mısır’daki Nasır dönemi gibi başarısız örneklerde olduğu üzere, hatırı sayılır bir destek bulmuş sosyalist söylemin ve bu söylemle iktidara gelmiş sözde sosyalist iktidarların yanı sıra; asırlarca düzgün bir vergi sisteminin olmayışı, verginin adalet gözetilmeksizin toplanması, buna karşılık yaratılan refahın büyük bir bölümünün oligarşik gruplarca paylaşılıp, halka yalnızca sefaletin reva görülmesinin bunda büyük etkisi vardır.

Sistemdeki tüm bu çarpıklıklar, adalet duygusunu yok ederek, bireyleri çaba gösterseler bile hak ettikleri yaşam standardını elde edemeyecekleri fikrine itmiştir. Böylelikle; çalışmak, adil kazanç, emeğin kutsallığı gibi kavramlar önemini yitirerek; “devlet bize baksın” gibi, yönetenler tarafından haksızlığa uğramış her halkın gösterdiği refleksi göstermeye başlamışlardır. Bu da içi boş bir “sosyal devlet” anlayışını doğurarak, toplumları atalete itmiş, fasit bir daire içine sokmuştur. Aslında bu ülke insanlarının sorunu bizatihi zenginlik kavramı ile değil, beceriksiz ve yalnızca kendini düşünen yönetimlerle ve rant peşindeki sermaye grupları iledir.

Bir örnek vermek gerekirse, Kahire’de görev yaptığım süre içerisinde Mısır yönetiminin en önemli gündem maddelerinden birisi eski devlet başkanı Hüsnü Mübarek’in İsviçre bankalarındaki yaklaşık 50 milyar dolarlık varlığını Mısır’a geri getirmekti. Hal böyleyken, Mısır nüfusunun %70’inin ise günlük beş dolar civarında bir gelirle yaşadığı, ülkede orta gelir grubunun neredeyse olmadığı, kaynakların çoğunu elinde bulunduran (ordunun üst kademe mensupları da buna dahildir) zengin bir azınlık ile yoksul bir çoğunluktan müteşekkil iki sınıfın olduğu göz önünde bulundurulursa, durumun vahameti daha net anlaşılabilir sanırım.

Şimdi şöyle bir düşünelim; o insanların yerinde olsak, biz de lanetlemez miydik zenginleri? Kendi çaresizliğimizi unutmak için aslında fakirliğin ne kadar büyük bir erdem ya da övülmeye değer bir vasıf olduğuna inandırmaz mıydık kendimizi? Peki suç gerçekten çalışan, üreten, katma değer sağlayan ve bundan kazanç sağlayan, sağladığı kazanç oranında vergisini de ödeyen insanlarda mı; yoksa rüşvet ve yolsuzluğa boğulmuş devlet yöneticilerinde ve işbirlikçi sermaye sahiplerinde midir?

Yaşadığım bu küçük Avrupa ülkesi ise, kurduğu vergi sistemi ve denetim mekanizmalarıyla halkına gıpta edilecek bir refah düzeyi sağlayabiliyor. Bu ülkenin işgücüne henüz hiçbir katkı yapmamış olmamıza rağmen, yeni bir hayat inşa etmeye çalışan bizlere birer insan olduğumuzu tekrar hatırlatacak ölçüde barınma, yeme-içme, eğitim, sağlık ve ulaşım imkanları sağlıyor. Bunu da dünya genelinde sistematik biçimde “lanetlenen” varlıklı kesimin hatırı sayılır bir kısmının ödediği vergiler sayesinde yapıyor; çünkü sürdürülebilir bir sosyal devlet anlayışı bunu gerektirir. Öte yandan, “halk ağır vergiler altında ezilirken” ülkenin en çok kazanan (bir yandan da haksız bir biçimde rant elde eden) şirketlerinin vergi borçlarının her 10 yılda bir silinmesi mali yönetim değil, olsa olsa yağmacılıktır.

You may also like

No items found.
No items found.
No items found.