Zamanımızın en büyük tılsımı “kendine güven”. İnsanları, kendilerine yeterince güvenirlerse istedikleri her şeyi başarabileceklerine inandırmaya çalışan rakipsiz, küresel ve zamanın ruhunu arkasına almış bir endüstri var. Müşterilerine düşüncelerini sadece neler başardıkları ve neleri başaracakları üzerinde yoğunlaştırmalarını öğütleyen devasa bir endüstri. Hâlbuki, 20. yüzyıla kadar bütün dinlerin, filozofların, düşünürlerin insanlara telkini “kendini tanı” şeklindeydi. Kendini yeterince tanımayan insanın kapasitesiyle orantısız, yersiz bir özgüvene sahip olması ve bunun olumsuz neticeler doğurması hayli yüksek bir ihtimal.
Bireyler gibi devletler için de kendi imkân ve kabiliyetleri hakkında doğru bir kanaate sahip olmak çok önemli. Devletler doğru adım atabilmeleri için kendileri yanında diğer devletlerin kapasiteleri ve niyetleri hakkında da doğru bilgilere sahip olmak zorundalar. Özellikle savaş gibi varlık yokluk sınavına dönüşebilecek bir meselede bu hayati öneme sahip. Büyük usta Sun Tzu bunu şöyle ifade eder “Savaş sanatı devlet için hayati öneme sahiptir. Ölüm kalım meselesidir... Kendini ve düşmanını bilen her savaştan muzaffer çıkar… Kendini ve düşmanını tanımayan ise aptaldır ve her savaşı kaybeder.”
Bu mercekle tarihimize baktığımızda belli aralıklarla tekerrür eden bir döngüyü fark ediyoruz. Bu oldukça kısır olan döngü şu şekilde formüle edilebilir: Kendine fazla güvenen idareciler, hafife alınan ve amaçları yanlış değerlendirilen güçlü düşman, yıkılan devlet, hataları gizlemeye ve suçu talihe yüklemeye çalışan bir tarih anlatısı.
En başa dönersek, Anadolu’da kurduğumuz ilk devlet olan Anadolu Selçukluları en parlak dönemine Alâeddin Keykubat devrinde ulaşır. Ancak Keykubat doğuda beliren Moğollar’ın gücünün farkında bir lider olarak Moğol Han’ı Ögeday’a bağlılığını bildirir ve Moğolları kışkırtmayacak bir dış politika izler. Moğol öncü kuvvetleri birkaç kez ülkeye girip bazı yağma hareketlerine girişse de görmezden gelerek olayı savaşa tırmandırmaz. Ancak ölümünden sonra tahta geçen 2. Gıyaseddin Keyhüsrev içeride ve dışarıda her türlü denge politikasını terk eder. Türkmen gruplarını kızdıracak politikaların sonucunda çıkan Babai İsyanı ticaret yollarını tahrip eder, ekonomi çöker, ordu yıpranır. Bu ortamda Ögeday Han ölür. Moğollar’ın tekrar biat etmesini bekledikleri Keyhüsrev, Moğollar’ın talebini dikkate almaz. Üstüne Moğol hâkimiyetindeki Gürcistan’a saldırır. Kendi gücünü oldukça abartan Keyhüsrev’in Moğolları da pek tanımadığı anlaşılmaktadır. Bütün bunları yaparken Moğolların saldırması ihtimaline karşı gerekli tedbirleri de almaz, mesela savunma için hayati önemdeki Erzurum’u güçlendirmez. Neticede Baycu Noyan birkaç Moğol tümeniyle Anadolu’ya girer önce Erzurum’u alır, ardından Kösedağ savaşında Keyhüsrev’i büyük bir yenilgiye uğratarak Anadolu’yu Moğol hâkimiyetine sokar.
Tarihçilerimiz, aslında Selçuklu ordusunun sayıca üstün olduğunu, savaşı kazanabilecekken birtakım yanlış kararlar nedeniyle yenildiğini anlatmaya çalışır. 100 yıl durdurulamayan Moğol savaş makinasını Selçukluların nasıl durduracağı meçhuldür. Moğollar çok basit taktiklerle Selçuklu ordusunu adeta ezip geçmiştir. Moğollar’ın tedbiren bir süre Kösedağ’da beklemesi abartılarak, Moğollar bile kazandığına inanamadı, savaş aslında kaybedilmeyebilirdi gibi bir yoruma gidilir. Kanuni de Mohaç Savaşı’nın ardından Macarların kendisini aldattığını, Macar ordusunun bu kadar zayıf olamayacağını düşünüp bir süre Mohaç’ta beklemiştir. Mohaç’ta 30 bin kişilik Macar Ordusu’nu ateşli silahlarla 2 saatte imha etmek en büyük kara zaferimiz olarak anlatılırken, Moğolların 20 bin kişilik Selçuklu kuvvetini 45 dakikada imha etmesi kaderin bir cilvesi olarak görülür. Sonucu belli olan savaşa girilmemesi gerektiği dersi çıkarılmaz.
Osmanlı, kuruluşunun ardından hızlı ve istikrarlı şekilde büyür. İran’da hüküm süren İlhanlılar’ın yıkılması ve Osmanlı’nın Batı Anadolu’da istikrarı sağlamasıyla ticaret yolları Batı Anadolu’ya kayar. Devletin gelirleri artar, Kosova Savaşı’nın ardından Balkanlar’da hakimiyet pekişir. Doğuda ise Timur büyük bir İmparatorluk kurmuş ve İlhanlılar’ın varisi olduğunu söyleyerek Anadolu’da hak iddia etmektedir. Rasyonel olan, Timur’a karşı bir yatıştırma (appeasement) politikası yürütmektir. Timur’un kurduğu imparatorluk o dönemin tartışmasız süper gücüdür ve Osmanlı’dan açık şekilde üstündür. Çin’e büyük bir sefer yapmak isteyen Timur’a önce batıyı garanti altına alması gerektiğini düşündürecek politikalar yerine batının emniyette olduğunu düşündürecek tavizler vermek daha mantıklıdır. Ancak Yıldırım Han Niğbolu’da çok güçlü bir Haçlı Ordusu’nu yenince batısını garanti altına alıp çift cephede savaşma ihtimalini ortadan kaldırdığını ve tüm gücüyle Timur’un karşısına çıkabileceğini düşünür. Niğbolu’nun ardından kendine güveni çok yüksek düzeye ulaşmıştır. Ama Timur’un gücüne karşı koymak mümkün değildir. Sonuç bildiğimiz gibi devletin yıkılması ve Fetret Devri’ne girilmesidir.
Tarih anlatımımız burada da devreye girer ve aslında Osmanlı ordusu savaşı kazanmak üzereyken Anadolu Beyliklerinden toplanan askerlerin saf değiştirmesi sonucu yenildiğini anlatır. Yani olayı bir ihanete indirger. Hâlbuki, Timur Anadolu’da yaptığı manevralarla Osmanlı Ordusu’nun başını döndürmüştür. Osmanlı öncü kuvvetleri Anadolu’da Timur’un ordusunu aramakta ama bulamamaktadır. Timur, Osmanlı ordusunu Temmuz sıcağında günlerce yürütür; susuz ve yorgun haldeki orduyu Çubuk Ovası’nda Çubuk Çayı’nı arkasına alarak karşılar, zaten sayıca da üstündür. Savaşın yerini ve zamanını Timur seçmiştir, sonuç savaş başlamadan bellidir. Fatih’e kadar travma atlatılamaz. 2. Murad, Timur’un oğlu Şahruh’un gönderdiği Hilat’ı giyerek hakimiyetini tanımış ve Şahruh’u kışkırtmamak için her şeyi yapmıştır.
1739 yılında imzalanan Belgrad Antlaşması’nın ardından Osmanlı bir barış devrine girer. Koca Ragıp Paşa’nın devlet adamlığı sayesinde maliye düzenlenir ve bütçe ilk defa fazla verir. Görece iyileşmeler yaşansa da bu dönem tam değerlendirilip gerekli reformlar yapılamaz. Ancak barış yılları ve maliyenin iyileşmesi devlet aklının kendine güvenini yerine getirmiştir. Tarihteki ilk dünya savaşı aslında 1756-1763 yılları arasındaki Yedi Yıl Savaşı’dır. Avrupa’nın büyük güçleri beş kıtada savaşırlar. Avrupalı güçler Osmanlı’yı saflarına çekmek için yoğun çaba sarf ederler. Sultan 3. Mustafa ve devletteki önemli sayıda insan Prusya’yla anlaşarak Avusturya ve Rusya’ya karşı savaşa girmek istemektedir. Sadrazam Koca Ragıp Paşa prestijinin kendisine sağladığı güçle Padişaha ve savaş taraftarlarına direnir. Osmanlı Yedi Yıl Savaşı’na girmez. Sonrasında da tüm ısrarlara direnerek devleti Rusya’yla bir savaşa sokmaz. Koca Ragıp Paşa’nın ölümünün ardından devlet aklının önünde engel kalmamıştır.
Hazinedeki paraya ve Rusların Yedi Yıl Savaşı’nda yıpranmış olmasına güvenilerek, neredeyse hiçbir hazırlık dahi yapılmadan savaşa girilir. Yine ne kendimiz ne de düşman tanınmamıştır. Osmanlı ordusu her yönden zayıftır, bir süre sonra lojistiği çöker, komuta kademesi çok yetersizdir. Buna karşın Rus tarafı tam bir yıldızlar karmasıdır. Suvorov, Potemkin, Rumyantsev gibi Rus tarihinin en iyi generalleri bir aradadır. Sonuç hezimet, 18. yüzyılın en ağır antlaşması olan Küçük Kaynarca’yla elden çıkan topraklar, Karadeniz egemenliğinin bitmesi, Osmanlı’nın büyük devlet statüsünün kesin olarak kalkmasıdır.
1877 yılına gelindiğinde ise roller tersine dönmüş Sadrazam Mithat Paşa savaş istemekte Padişah 2. Abdülhamit savaşı engellemeye çalışmaktadır. 2. Abdülhamit, Abdülaziz’in hallinden yani darbeden sonra göreve geldiği için ipler Mithat Paşa’nın elindedir. Osmanlı’nın Balkanlar’daki topraklarında çıkan isyanların ardından Rusya’yla karşı karşıya gelinir. İktidarı elinde tutan Paşalar, savaşı engellemek için toplanan Londra Konferansı’nın taleplerini reddeder. Bunun üzerine Rusya Karadağ’ın talep ettiği iki kasabanın verilmesiyle savaşın önlenebileceğini söyler. Bu talep reddedilir. Bunun üzerine Rusya sadece Nikşik Kasabası’nın Karadağ’a verilmesinin yeterli olacağını söyler. Çar 2. Aleksandar da savaş istememektedir ve kamuoyunu tatmin edecek bir tavize ihtiyacı vardır. Ancak Abdülhamit’in ısrarlarına rağmen Sadrazam Edhem Paşa “bir karış vatan toprağının verilemeyeceğini” söyleyerek bunu da reddeder. Sonuçta önemsiz bir kasaba için savaşa girilir. Mithat ve Edhem Paşalar Ruslar’ın asla savaşa giremeyeceğini, çünkü İngilizlerin ve Fransızlar’ın savaş çıkarsa Osmanlı’nın yanında yer alacağını düşünmektedir. Hâlbuki, Avrupa’daki güç dengesi Kırım Savaşı’ndaki gibi değildir. Almanya Fransa’yı yenmiş ve İngilizlerle rekabete başlamış, gücünü giderek artırmaktadır. Almanya’ya karşı Rusya’yı denge unsuru olarak gören İngiltere ve Fransa’nın Rusya’yı tamamıyla güçten düşürecek adımlar atmasını beklemek gerçekçi değildir. Ayrıca Avrupa kamuoyu Balkan isyanları bastırılırken yaşanan insan hakları ihlalleri nedeniyle tamamen Osmanlı’nın aleyhine dönmüştür.
93 Harbi’nde bu defa bizim komuta kademesi yıldızlar karmasıdır. Doğuda Ahmet Muhtar Paşa Rusları üç meydan muharebesinde yener. Plevne’de Osman Paşa üç savunma savaşında Rusları mağlup eder. Fakat kaynaklar yetersizdir ve savaşı sürdürmek mümkün değildir. Sonucu baştan belli olan savaş kaybedilir, Ruslar Yeşilköy’e kadar gelir. Devlet aklı bir kasabayı vermeyerek Sırbistan, Romanya, Karadağ, Kıbrıs’ı verir. 100 binlerce muhacir Anadolu’ya kaçar. Devlet yıkılmanın eşiğine gelir, Avrupa’nın güç dengesi sayesinde varlığını devam ettirir. Tarihçiler sadece Plevne’deki kahramanlıkları, Nene Hatun destanını anlatır. Devleti yıkan Mithat Paşa çok ilerici, reformist bir devlet adamı olarak nakledilir.
Birinci Dünya Savaşı’na girmemizin, getirdiği tüm yıkım ve felaket göz önüne alındığında, izaha ihtiyaç bırakmayan korkunç bir hata olduğu muhakkaktır. Ama burada bile resmi tez, savaşa girmenin kaçınılmaz olduğu, ülkeyi savaşa sokanların çok vatansever oldukları gibi anlamsız bir aklama çabasıdır. Savaşın kaçınılmaz olduğu tezine hak verebilmemiz için karar alıcıların savaşa girmemek için yoğun bir diplomatik mücadele vermeleri ve sonunda hadiselerin diğer tüm ihtimalleri ortadan kaldırması gerekir. Ancak İttihat ve Terakki’nin liderleri kimseyi dinlememiş ve bir oldu bittiye getirerek ülkeyi savaşa sokmuştur. Almanya ile ittifak antlaşması imzalandığını sadece dört kişi bilmektedir, hatta Cemal Paşa’nın bile sonradan haberi olur. Bulgaristan savaşa girmediği için Almanya’yla kara bağlantısı olmaması dahi dikkate alınmamıştır. Yavuz ve Midilli adını alan Alman zırhlıları Rus limanlarını bombaladıktan sonra bile İngiliz, Fransız ve Rus elçileri savaşı önlemek için Babıali’de girişimlerde bulunurlar, ama kimse dinlemez. Aradan yüzyıl geçmesine rağmen yapılan hatalar, herhalde birilerinin ibret almasından korkulduğundan, başka seçenekleri olmayan vatan sevdalılarının ülke için yaptıkları fedakârlıklar olarak sunulur.
Ülke olarak yüz yıldır büyük bir savaş görmememizin devlet aklının kendine güvenini yerine getirdiği söylenebilir. Soğuk savaşın ardından Adriyatik’ten Çin seddine, hatta daha geniş coğrafyalarda çok büyük imkânların önümüze serildiğine inanan bir hayli devlet büyüğü çıkmıştır. Bunun teorisyenliğine soyunanlar arasında Ahmet Davutoğlu en dikkat çekici olandır. Stratejik Derinlik’in temel tezi kendimize güvenmemiz gerektiğidir. Türkiye’nin aslında ne kadar güçlü olduğu bilinmemektedir. Bunun farkına bir varılırsa çok hızlı bir şekilde tüm Türk ve İslam dünyası elbette bizim arkamızda birleşecektir. Uluslararası ilişkilerden ziyade kişisel gelişim kitabı tadındaki eserin temel hedefi devlet aklının rehabilite edilerek kendine güvenini kazanmasıdır. Devlet aklı da Davutoğlu’nu çok sevmiş olsa gerektir ki bu İslamcı Akademisyene 28 Şubat döneminde Harp Akademileri’nde geleceğin komuta kademesinin kendine güvenini kazanması için ders verdirmiştir.
2000’li yıllardaki ekonomik ivme kendine güveni daha da artırmış, Arap Baharı da tarihin önümüze serdiği fırsat olarak görülerek proaktif diye tanımlanan bölgesel nüfuz kazanma mücadelesine girilmiştir. Ulusalcısıyla, İslamcısıyla devlet aklı ABD ve Avrupa’nın gerilemesinin ve 2. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan uluslararası düzenin çatırdamasının kendilerine büyük bir hareket alanı doğurduğuna inanmaktadır. ABD, Rusya ve AB arasında yürüttükleri usta diplomasiyle Libya’da zafere koştuklarını, Suriye ve Kuzey Irak’ta kazanımlar elde ettiklerini, Kürt meselesini bastırdıklarını düşünmektedir. Ekonominin batması, kurumların iflası, toplumun bölünmüşlüğü, dış politikada yalnızlaşma kimse için alarm zillerini çaldırmamaktadır. Ülke olarak da, dizilerde tarihteki zaferlerimiz, ekranlarda devlet geleneğimizi öve öve bitiremeyen tarihçilerimiz, bürokrasiyi ele geçirmiş milliyetçi kadrolarımız, mevzu vatan olunca desteğini esirgemeyen muhalefetimizle birlik ve beraberliğin en güzel örneğini vermekteyiz. Kendine güveni eksik olanların tümü 15 Temmuz’un ardından tasfiye edildiği için bundan sonra herhangi bir özgüven sorunu yaşanması mümkün görünmemektedir.
Herhalde başka hiçbir ulusta bizdeki kadar yanlış olduğu son derece belirgin, aklı başında herkesin karşı çıktığı, gereksiz bir savaşa girerek devletimizi yıkıma götürme örneği yoktur. Apolojetik tarihçiliğimiz de bu hataları adeta kutsayarak kalıcı hale getirmeye çalışmaktadır. Devlette gücün az sayıda, kifayetsiz yöneticinin elinde toplanması sonuçları itibariyle vahim kararların alınabilmesine yol açmaktadır. Umarız içeride çok sıkışan hükümet, Mavi Vatan’dan Kuzey Irak’a kendince ileri savunma hatları kuran devlet aklının kendine güvenini de arkasına alarak ülkeyi telafisi çok zor maceralara sürüklemez.