Türkiye gündeminin bitmek bilmeyen güç mücadeleleri, her bölüm sezon finali heyecanı yaşatan bir dizi gibi insanı kendine bağlasa da, ekonomik kriz nedeniyle dizi yakında yayından kaldırılabilir. Artan işsizlik ve enflasyona çözüm üretemeyen Hükümet; bozulan makro ekonomik dengelerle ilgili olarak da günü kurtaracak manevraların ötesine geçemiyor. Moody’s de Türkiye’yle ilgili son raporunda temerrüt riskine dikkat çekip IMF’ye gitme tavsiyesinde bulunarak uluslararası piyasaların Türk ekonomisiyle ilgili endişelerini açıkça ortaya koydu.
Ekonominin kırılganlıkları giderek artarken, konuyla ilgili tartışmalarda pek yer bulamayan bir politika tercihi giderek Türk sanayisi üzerindeki etkisini artırıyor. Son iki ayda binlerce ürüne ek gümrük vergisi getirildi. Hükümet bununla vergi gelirlerini artırmayı, döviz çıkışını azaltarak kur baskısını kontrol altında tutmayı ve ithalatı düşürerek dış ticaret açığını geriletmeyi hedefliyor. Fakat hedeflenenin aksine, artan maliyetler enflasyonun yükselmesine ve ithal girdi kullanan sektörlerde ihracatın azalmasına yol açıyor. Bu durumun koronavirüsün neden olduğu olumsuzluklara yönelik geçici bir düzenleme olduğu söylense de Türkiye 2014 yılından bu yana ilave gümrük vergileri uygulamakta. "Değerli yalnızlığa" paralel olarak gümrük duvarları da yükseliyor.
Korumacılığın artmasının sanayiye etkileri hakkında fikir sahibi olabilmek için bir ters okuma yaparak 1995’teki Dünya Ticaret Örgütü ve 1996’daki AB’yle Gümrük Birliği üyelikleri sonrası yaşananlara bakılabilir. Gümrük Birliği öncesi başta tekstil olmak üzere birçok sektörün çeşitli endişeleri bulunsa da zamanla korkulanın aksine hemen her sektörün rekabet gücünde kayda değer artışlar gözlendi. 2001 krizinin ardından ayakta kalmak için verimlilik artışına yönelen özel sektör dışa açılmayı önemli bir avantaja çevirerek 2000 yılında 27 milyar Dolar olan ihracatı 2008 yılında 132 milyar Dolara taşımayı başardı. Gümrük Birliği’yle ilgili endişeler sona erdiği gibi Türk sanayisinde tabir yerindeyse bir özgüven patlaması yaşanmaya başladı. Türk sanayisi içinde yüksek pay sahibi olan otomotiv ve benzeri sektörlerde dünyada söz sahibi konumdaki Güney Kore ve Singapur gibi gelişmiş ekonomilerin de içinde yer aldığı çok sayıda ülkeyle serbest ticaret anlaşmaları imzalandı.
Takip eden 2010’larda ise hukuk alanında yaşanan gerileme ve inşaata dayalı rant ekonomisinin hakim olmasıyla birlikte sanayinin kayıp yılları diyebileceğimiz bir on yıl yaşandı. Bu dönemde içe kapanma ve korumacılık da artmaya başladı. Hükümet, gümrük duvarlarının giderek yükselmesini yerli sanayiyi korumayla açıklasa da yerli sanayinin gümrük vergileriyle geliştirilmesinin önünde aşılması güç yapısal ve kurumsal engeller bulunmakta. Türk sanayisinin yapısıyla ilgili ilk dikkatimizi çeken özellik yüksek oranda ithal ara malı kullanımıdır. 2019 yılı Ocak-Nisan dönemine baktığımızda ithalatın %76’sının ara malı ithalatı olduğu, tüketim mallarının ise sadece %10 seviyesinde bulunduğu görülmekte. Gümrük vergilerindeki artış, üretim yapmak için ara malı ithal etmek zorunda olan sanayicinin maliyetlerini artırmakta ve bu da iç piyasadaki talebi azaltarak sanayiciye negatif yansımakta.
Bir diğer gösterge olan ihracatın ithalatı karşılama oranına baktığımızda ise genel trendin %65-70 aralığında olduğunu görüyoruz. Temel olarak sürdürülebilir ihracat artışı sağlanarak ve özellikle belli sektörlerde ithalat bağımlılığı azaltılarak bu oranın daha yüksek bir seviyede seyretmesi hedeflenmektedir. Ancak, ek vergi uygulaması, ihraç ürünlerde kullanılacak ara mallarının gümrük vergisiz ithalatına olanak sağlayan "Dahilde İşleme Rejimi" ile ilave bir maliyet unsuru oluşturmasa da; verginin uygulandığı ülkeler de mütekabiliyet gereği Türkiye’ye karşı gümrük vergisini artıracağından fiyat avantajı ciddi oranda azalacak, ihracat artışı çok zor hale gelecek.
Devlet kurumlarının son yıllarda geçirdiği dönüşüm ise iyi niyetli dahi olsa korumacı politikaların uygulanabilmesinin çok zor olduğunu ortaya koyuyor. Dışa kapalı ekonomi bir anlamda planlı ekonomi demek. İthal ikâmeciliğin hakim olduğu 1960-80 arasında devletin ekonomi politikaları Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) hazırladığı 5 yıllık kalkınma planlarına göre yürütüldü. Şu an ise, DPT lağvedilmiş ve uzmanları değişik kurumlara dağıtılmış durumda. Yasal zorunluluk olmasına rağmen 11. Kalkınma Planı zamanında hazırlanarak Meclis’e sunulamadı. Devletin eğer yerli sanayiyi gümrük duvarlarıyla koruyarak geliştirme planı varsa dahi ortada bunu planlayacak bürokrat yok.
Dış ticaretten sorumlu olan Dış Ticaret Müsteşarlığı, 2011 yılında yanlış bir isimlendirmeyle Ekonomi Bakanlığı haline getirildi. Başkanlık sisteminin gelmesiyle de Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’yla birleştirilerek Ticaret Bakanlığı yapıldı. İç ve dış ticaret gibi iki çok farklı alanın aynı kurumsal çatı altında toplanmasının absürtlüğünü bir kenara bırakırsak, bu yapılanma verimsizliğin ötesinde bazı olumsuzluklara da kapı aralıyor. Nasıl istihbaratın toplanmasıyla operasyon yetkisinin aynı kuruma verilmesinin korkunç insan hakları ihlallerine yol açması kaçınılmazsa; gümrük tarifelerinin belirlenmesinin ve bunun uygulanmasının aynı kurumda yetkilendirilmesinin de yolsuzluğu çok kolaylaştıracağı ortadadır.
Bütün bu, teknik ve sıkıcı, açıklamaların ardından, gökten binlerce karpuz kabuğunun yağması ihtimalini de göze alarak, şu tehlikeye dikkat çekelim. Korumacı politikaların yaygınlaşması ve ithalatın geneline hakim olması durumunda ithalat tamamıyla bir rant aracı haline gelebilir. ‘Tamamıyla’ ifadesinin nedeni ithalatın zaten yıllardır kısmen bir rant aracı olarak kullanılıyor olması. Türkiye’de üretilmeyen birçok mala, örneğin akıllı telefonlara, yüksek ithalat vergisi uygulanmasının amacı elbette zaten olmayan yerli üreticiyi korumak değil. Ancak sanayide kullanılan ara malları da bu şekilde rant aracı haline getirilirse Türk sanayisinin verimliliği ciddi ölçüde azalabilir ve rekabet gücü büyük ölçüde gerileyebilir. Bugün nasıl ülkedeki bütün büyük inşaat ihalelerini birkaç yandaş firma alıyorsa, ülkenin ithalatı da büyük ölçüde birkaç yandaş firma üzerinden yapılıp sanayicinin ezilmesi pahasına yeni bir rant alanı oluşturulabilir.
Bu sistemin işleyişi oldukça kolaydır. Yandaş firma Ticaret Bakanlığı üzerinden ithal edeceği ürünün gümrük vergisini önce indirtir. Ardından söz konusu ürünü ithal eder. Bunun ardından gümrük vergisi tekrar yükseltilir. Dolayısıyla ithalatçı yandaş piyasada tekel haline gelmiş olur. Bu yolla 10 milyarlarca Dolarlık vurgun yapılabilir. Tabi zamanla, tüm içe kapalı ekonomilerde olduğu gibi kaçakçılık da artacak ve ilave bir rant alanı daha oluşacaktır.
1980 öncesi ithal ikâmeci dönemde buna benzer bir işleyiş olduğu söylenebilir. 12 Eylül öncesinde Gümrük ve Tekel Bakanı olan Gün Sazak’ın kaçakçılığa karşı verdiği mücadele nedeniyle öldürülmüş olması o zamanki rantın büyüklüğünün göstergesidir. Birçok konuda 90’lara gerilediğimize üzülürken, 80’lere uğramadan 70’lere düşme gibi ciddi bir tehditle karşı karşıya olabiliriz. Burada gözden kaçmaması gereken kilit nokta da bu durumun esas itibariyle KOBİ’leri vuracak olmasıdır. Büyük sermaye nasıl 12 Eylül öncesi halinden pek şikâyetçi değilse, gümrük duvarlarının yeniden yükseltilmesinden de pek olumsuz etkilenmeyebilir. Elbette küçülen bir ekonomi içerisinde zamanla kendileri de bazı olumsuzluklarla karşılaşabilirler ama siyasilerle karşılıklı anlayış çerçevesinde geliştirecekleri bir ilişki neticesinde rekabetten uzak şekilde zorlanmadan para kazanmak da çok şikayet gerektirecek bir durum olmasa gerek.
Karpuz kabuklarının şiddetli sağanak halini alacak olmasına aldırmadan senaryoyu bir adım ileri taşıyalım. İlave gümrük vergileri Gümrük Birliği üyesi ve Serbest Ticaret Anlaşması yapılan ülkelere uygulanamıyor. Zamanla rantın büyüklüğü ve kolaylığı, şu sıralarda da ara ara dillendirilen, Gümrük Birliği’nden çıkma senaryolarını da gündeme getirebilir. Bu durumda ülkenin dış ticaret rejimi tamamen keyfiliğe kayacak ve oluşacak rant mücadele edilemeyecek noktaya ulaşabilecektir. Birileri rant elde ederken de Türk sanayisi giderek hantallaşacak ve rekabet gücünü çok büyük ölçüde yitirecektir. Türkiye’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği iki ülke Çin ve Rusya’dır. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye toplam dış ticaret açığının neredeyse yarısını sadece bu iki ülkeye vermiştir. Bu ülkelerle ticaretimizdeki açığın telafisine yönelik önlemler almak yerine ihracatımızın yarısını yaptığımız Avrupa’yla ticaretimizi olumsuz etkileyecek adımlara yönelmenin mantıklı bir izahı yoktur.
Umarız ekonomiye kısa vadeli bile faydası olmayan ilave gümrük vergileri uygulaması daha fazla yayılmadan kaldırılır. Fakat maalesef başta sınırlı olacağı düşünülerek getirilen bürokratik uygulamaları kaldırmak kolay olmuyor. Hükümetin de artık bir gelir kalemi olarak gördüğü bu uygulamadan vazgeçmesi zor görünüyor. Kurumların zayıfladığı, gücün tamamen yozlaştığı ve denetim mekanizmalarının buharlaştığı bu dönemde ithalattaki rantın tadına varılmaması tek temennimiz. Malum, yandaşın dişine rant değerse yapacak fazla bir şey kalmıyor.