Bir süredir Türkiye gündemi, Doğu Akdeniz’deki deniz alanlarının paylaşımıyla ilgili yaşanan gelişmelerle ve bu kapsamda bölgede yükselen siyasi ve askeri gerilimle meşgul. Tam da bu sırada, Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 Ağustos Cuma günü bir müjde vereceğini kamuoyuna açıkladı ve beklenen açıklama yapıldı. Erdoğan yaptığı açıklama ile “Türkiye tarihinin en büyük doğalgaz keşfinin Karadeniz’de gerçekleştirildiği”ni duyurdu ve dikkatler bir anda Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e çevrildi.
Yapılan açıklamalara göre, Zonguldak’ın 170 km açıklarında yer alan Tuna-1 kuyusunda 2100 metre derinlikte ilk belirlemelere göre yaklaşık 320 milyar m3’lük bir doğalgaz rezervi keşfedildi. Sözkonusu rezervin tahmini ekonomik değerinin ise 65 milyar dolar olduğu yine yapılan açıklamalar arasında.
Açıklamalar sonrasında kamuoyundan gelen tepkilere bakılınca, daha önce kamuoyunu yönlendirme adına siyasi kaygılarla onlarca kez yapılan “petrol bulundu” haberlerinin etkisiyle ve diğer konularda da hükümet yetkilileri tarafından çekinmeden yapılan gerçeğe aykırı açıklamalar nedeniyle esasında sevinilecek bir haber olan böylesi bir keşif haberinin -hükümeti her halükarda destekleyen ‘taraftarları’ hariç tutarsak- tereddütle karşılandığı söylenebilir. Bu haklı tereddütlere açıklamanın zamanlamasını, yani tam da Doğu Akdeniz’deki tartışmalar gündemdeki yerini korurken ve ayrıca AKP’nin oy oranlarındaki azalma ve ekonomideki kötü gidişin hız kazandığı bir dönemde yapılmasını da eklemek gerekir. Buna ilaveten Tuna-1 kuyusundaki sondaj programının bu kadar hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi de diğer bir soru işareti. Öyle ki, değişkenlik göstermekle birlikte derin deniz sondaj maliyetlerinin ortalama 200 ila 600 milyon dolar arasında seyrettiği düşünüldüğünde, detayları görülmemekle birlikte 2020 yılı yatırım programında TPAO yatırımları arasında Tuna-1 sondajının olmadığını söylemek yanlış olmaz. Yatırım Programı’na göre TPAO’nun kara sondajları dahil arama sondajlarına ayrılan toplam miktar 1,4 milyar TL (200 milyon dolar) görünmektedir. Ayrıca son 2 yıldır deniz sondajlarında Karadeniz’den ziyade Akdeniz’e yoğunlaşıldığı ve 2020 yılı için Akdeniz’de deniz sondajları programlandığı da bir gerçek. Sonuç olarak bu yıl Karadeniz’de herhangi bir derin deniz sondajının programlanmadığı çıkarımı yapılabilir. Bu konuda detaylı bir açıklama yapılırsa kamuoyu da daha net bir bilgiye ulaşacaktır.
Dahası yapılan keşfe ilişkin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Doğu Akdeniz'de oynanan onca oyunun gerisinde enerji kaynaklarının paylaşımı kavgası vardır. İnsanlık bizde, petrol onlarda kalmış olabilir. Rabbim bize görülmedik bir zenginlikte kapı açtı” ve gerekse Enerji Bakanı Dönmez’in “Doğu Akdeniz’de Rum yönetiminin ne dediğine bakmaksızın hakkımız olan yerlerde aramalarımızı yapıyoruz” şeklindeki mevcut keşfi Doğu Akdeniz’deki gelişmelerle ilişkilendiren açıklamaları keşfin gerçekliğine dair bahsedilen tereddütleri daha da artırmıştır.
Bunca soru işaretine rağmen haberin doğru olması mümkün, çünkü hidrokarbon kaynaklarının varlığına dair çok güçlü işaretler mevcut, bugün olmasa bile arama çalışmaları sürdürüldüğü takdirde yakın gelecekte mutlaka bulunacaktır. Bu nedenle, haberin doğru olduğunu varsayarak şunu söyleyebiliriz: Bahsekonu keşif rezerv büyüklüğünden bağımsız olarak Türkiye için siyasi ve ekonomik açıdan çok önemli bir dönüm noktasını işaret edebilir. Çünkü bu keşif, Karadeniz’in bir petrol denizi olduğunun ispatı anlamına gelmekte ve bundan sonra yapılacak çok daha büyük keşiflere işaret etmektedir. Tabii bu, bugünden yarına olabilecek bir şey değildir. Petrol ve doğalgaz çıkarmak maliyetli, yüksek teknoloji ve yoğun sermaye gerektiren ve zaman alan bir iştir. Derin denizlerde yapılan bir keşfin üretime geçmesi en az 5-10 yıllık bir süreyi ve milyarlarca dolar ilave yatırım yapmayı gerektiriyor. Dolayısıyla bulunacak diğer rezervlerle birlikte önümüzdeki 20-25 yıllık bir süreçte Türkiye için enerji ithalatçısı konumundan enerji ihracatçısı konumuna gelmek sözkonusu olabilir.
Esasen Türkiye böyle bir keşfin olmasını uzun bir süredir bekliyordu, bu bakımdan -eğer doğru ise- keşif sürpriz sayılmaz. Şöyle ki, 2000’li yılların başından itibaren TPAO uzun yıllardır ihmal edilen denizlerde arama faaliyetlerini yoğunlaştırmış, önce iki boyutlu sonrasında üç boyutlu sismik çalışmalar yapmış, alınan olumlu sonuçların ardından önce kıyılarda ardından da derin denizlerde hem uluslararası petrol şirketleri ile ortak hem de tek başına sondajlar gerçekleştirmiştir. Ancak son 10 yıldır finansal sıkıntılar ve siyasi gerekçelerden ötürü öngörülen seviyede sığ ve özellikle de derin deniz sondajı gerçekleştirememiştir. TPAO verilerine göre 2004-2019 yılları arasında Karadeniz’de sadece 6 derin deniz sondajı yapılmış, petrol ve doğalgazın varlığına dair çeşitli bulgular edilse de bu sondajlardan olumlu bir sonuç alınamamıştır.
Son yıllarda derin deniz arama sondajı yapmayan TPAO, bu dönemde sismik arama ve sondaj gemilerinin inşa edilmesi ve satın alınmasına ağırlık vermiş, Fatih, Yavuz ve Kanuni adı verilen sondaj gemileri ile Barbaros Hayrettin Paşa ve Oruç Reis adlı sismik arama gemilerinin devreye girmesinin ardından yeniden sismik ve sondaj çalışmalarına hız vermiştir. Bu kapsamda bu kez Akdeniz’de olmak üzere yeniden derin deniz sondajları programlanmıştır.
Bahsekonu gemilerin inşası ve satın alınmasında, 2009-2011 yıllarında Doğu Akdeniz’de İsrail’in Tamar ve Leviathan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Afrodit sahalarında gerçekleştirdikleri doğalgaz keşifleri ve bunun sonucunda münhasır ekonomik bölgelerin tespiti ve paylaşımı çerçevesinde yaşanan gelişme ve ihtilaflar neticesinde Türkiye’nin bölgede varlık ve egemenliğini göstermesi ihtiyacı da önemli bir rol oynamıştır. O dönemde Türkiye, yabancı ülke ve firmaların inisiyatifine mahkum olmuş ve bu durum o zamana kadar arama ve sondaj gemisi olmayan Türkiye’yi kendi gemisine sahip olması gerektiği düşüncesine itmiştir.
Lütuf mu bela mı?
Son yapılan keşfe ve muhtemel sonuçlarına dönersek, bulunan rezervin fiyatlara, dolayısıyla üretici ve tüketicilere yansıması zaman alacak olsa da iç ve dış politikaya yansımaları daha hızlı olacaktır. Zira, güç dengelerini yeniden tanımlayacak böylesi bir durum, beklentiler çerçevesinde ekonomik yapının yanısıra hiç şüphesiz iç ve dış politika dengelerini de yeniden şekillendirecek, hızlı bir şekilde yeniden tanımlanmasını sağlayacaktır. Enerjide kaynak sahibi bir Türkiye’nin AB, Rusya, ABD başta olmak üzere bütün bölge ve komşularla ilişkilerinin bugünden çok farklı parametrelerle şekilleneceğini belirtmeye gerek yok sanırım.
Münhasır ekonomik bölgelerin daha önceden tanımlandığı ve tartışmaya görece kapalı yapısıyla Karadeniz’in, Doğu Akdeniz’in aksine, hukuki tartışmaların daha az görüleceği bir bölge olması muhtemel. Bu bağlamda esas mücadelenin kaynakların aranması, üretimi, taşınması ve satışı üzerinden yani ekonomik eksenli bir paylaşım mücadelesi üzerinden gerçekleşeceği beklenebilir. Bu çerçevede uluslararası petrol şirketleri ve milli petrol şirketlerinin öne çıkması sürpriz olmaz.
Bu noktada sorulması gereken asıl soru herhangi bir bağımlılık içerisine girmeden kendi çıkarlarımızı nasıl ve ne ölçüde koruyabileceğimizdir. Bulduğumuz kaynak, kamuoyunda da çokça dile getirilen ve literatürde de yer alan ifadesiyle bizim için doğal kaynak belası/laneti (resource curse) mi olacak yoksa gerçekten Allah’ın bir lütfu mu olacak? Soruyu şöyle de sorabiliriz; kimler için lütuf ve kimler için bela olacak? Kamuoyunun da hemen aklına gelen “Türkiye acaba Venezuela, İran, Libya mı olacak, yoksa Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi mi olacak veya ABD, Norveç mi yoksa Rusya ve Çin gibi mi olacak?” soruları olmuştur.
Bu soruların yanıtlarını hiç şüphesiz zaman gösterecek, ancak önümüzde kötü hatta çok kötü örneklerin yanısıra iyi hatta çok iyi örnekler de mevcut ve iyi örnekler kamuoyunda sıkça dile getirildiğinin aksine sadece Norveç’le sınırlı değil. Bu anlamda Amerika’yı yeniden keşfetmemize gerek yok. Teknoloji, finansman, insan kaynağı, dağıtım ağı, işleyen bir piyasa, işleyen bir hukuk sistemi ve demokratik bir ortam, bunun yanında etkin bir diplomasi gibi gereken bileşenleri bir araya getirebildiğimiz ölçüde başarılı olacağız. Peki bunu başarabilecek miyiz?
Şu an Türkiye’de bilgi-tecrübe düzeyi, sermaye yapısı, insan kaynağı ve teknolojik donanımı ile rekabetçi ve güçlü bir petrol ve enerji piyasasının; yeni duruma uygun, çıkarlarımızı en üst düzeyde koruyabilecek bir mevzuat altyapısının; benzer şekilde rekabetçi bir bankacılık ve finans sistemimizin, en önemlisi de demokrasinin, işleyen bir hukuk sisteminin, ülke çıkarlarını gözeten bir yönetimin veya yönetim anlayışının, sorgulayan ve hesap soran bilinçli bir kamuoyumuzun, medyamızın olduğunu herhalde aklı başında hiç kimse iddia edemez.
En temel hukuki ve vicdani ilkelerin, kanunların hatta Anayasa ve uluslararası anlaşmaların, dahi ayaklar altına alındığı, insan hakları ihlallerinin ayyuka çıktığı, bütün farklı seslerin kesilmeye çalışıldığı, toplumun parçalı, birbirine düşman bir yapı arz ettiği, iyimser ifadeyle otoriter bir tek adam rejiminin hakim olduğu ve ‘yandaş’ işadamları ve şirketlerce domine edilen, yolsuzluğun kurumsallaştığı, kurumsal yapıların yıkıldığı, teknoloji açığı olan dışa bağımlı, tüketime ve borca dayalı kırılgan bir ekonomi ile ‘doğal kaynak laneti’nin bizi bulması hiç de zor olmayacaktır. Esasında halen yaşadığımız, lanetin ta kendisidir ve bu şekilde mevcut yönetim, ekonomik ve hukuk sistemiyle gideceğimiz yeri tahmin etmek çok güç olmasa gerek: Lanet üstüne lanet.
Hal böyle iken, doğal kaynak zengini bir ülke haline gelişimize sevinmeyelim mi? Peki, hiç mi umut yok? Şahsi kanaatim, mevcut yönetim ve yönetim anlayışı ile bunun kesinlikle mümkün olmayacağı yönünde. Bir şekilde mevcut yönetim ve yönetim anlayışından kurtulunması gerekir ilk olarak. Sonrasında ise ilgili bütün tarafları ve kurumları çok uzun bir ‘yapılması gerekenler listesi’ bekliyor olacak. Bu bağlamda başta petrol kanunu olmak üzere petrol piyasalarının ve ilgili mevzuatın ve TPAO, ETKB, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü dahil ilgili kurumsal yapıların gözden geçirilmesi ve gerekirse yeniden yapılandırılmasının öncelikli olarak ele alınması önem arz edecektir.
Sonuç olarak, kaynağı bulmak işin sadece başlangıcı; bahsedilen ölçüde büyük keşiflerin altından da tek başımıza kalkacak güçte değiliz; bu nedenle en temelde sermaye ve teknoloji açığımızı bağımlılık yaratmayacak ve kendi çıkarlarımıza en uygun olacak şekilde nasıl çözeceğimiz üzerine çok iyi düşünmemiz, şimdiden alternatif yöntem ve stratejiler bulmamız gerekir, eğer ki Allah’ın ülkeye ve ülke insanına `lütfu` olan doğal kaynakların ‘birileri için lütuf ülke için bela’ olmasını istemiyorsak.