Çoğumuz bir ferdi olduğumuz toplumla kurduğumuz ilişki gereği ve daha geniş anlamda dünyaya dair merakımızı gidermek için medyayı takip ediyoruz. Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte medya aynı zamanda bizlerin görünme, bilinme ve takdir edilme arzusuna da hitap ediyor. Geleneksel medya sınırlı sayıdaki insanı bilinir ve tanınır kılarken bugün sosyal medya sayesinde sıradan birçok insanın popüler olması artık mümkün.
Temel olarak bu iki eğilim nedeniyle, yani (kişileri, gelişmeleri, olayları) görmek ve görünür olmak amacıyla, bugün gelişmiş ülkelerdeki özellikle genç nesil vaktinin önemli bir kısmını Twitter, Facebook, Instagram, Snapchat, TikTok, YouTube, Pinterest gibi sosyal medya platformlarında geçiriyor. Sosyal ilişkilerde belirleyici olan etkileşim kavramı sözkonusu sosyal medya platformlarının da öne çıkardığı kavramlardan biri. Sistemi ayakta tutan ve bizleri sosyal medyada yönlendiren yapay zekanın (AI) da temel parametrelerinden biri etkileşim. Ancak bu yazıda sistem yerine, günlük hayatta var olan etkileşim üzerinden sosyal medyadaki etkileşime odaklanmaya çalışacağım.
Erving Goffman Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu (The Presentation of Self in Everyday Life) adlı başyapıtında, insan ilişkilerini dramaturjik yaklaşımla incelerken bireyler ve gruplar arasındaki etkileşimleri tiyatro metaforu üzerinden açıklamaya çalışır. Ona göre her bireyi diğer insanlarla, yani seyirciyle etkileşim halinde olan bir aktöre benzetebiliriz. Ancak sosyal ilişkilerde her aktör aynı zamanda bir seyircidir. Goffman'a göre, birey bir ortama girdiğinde uygun olan sosyal rolü takınabilmek için ortam ve orada bulunanlar hakkında bilgi edinmek ister; aynı şekilde onu izleyenler de bu kişi hakkında bir izlenim edinmek ve ona dair bilgi sahibi olmak isterler. Gözlem altına alınan kişi sosyo-ekonomik durumu, kişiliği, dünya görüşü, kendilerine karşı tutumu ya da güvenilir biri olup olmadığı gibi hususlar yönüyle seyirciler tarafından incelenir. Bu bilginin hepsi sözlü olarak iletilmez ve çoğunlukla işaret, hareket ve sembollerden de bilgiler elde edilir. Dolayısıyla bir etkileşimde birey (aktör) iki türlü mesaj verir: sözlü mesaj ve yaydığı mesaj. Elde edilen bilgilere ve izlenimlere göre seyirci bir gerçeklik inşa eder. Bu tam algılanamayan gerçeklikte genellikle görünüşlere itibar edilir.
Goffman’ın yaklaşımıyla sosyal medya kullanıcısını da bir oyuncu (actor) gibi düşünebiliriz. (Bundan sonra oyuncu, aktör ve kullanıcı kelimeleri birbirinin yerine kullanılacaktır.) Her bir kullanıcı gerek kişisel sayfasındaki bilgilerle (story, bio vs.) ve profil resmiyle, gerekse paylaştığı metinler, resimler ve videolar aracılığıyla izleyiciler önünde bir performans ortaya koyar ve onlara sözlü ya da sözlü olmayan bir mesaj verir. Kullanılan sosyal medya platformu burada kullanıcı için sahnenin görünen kısmını, yani vitrinini (front) teşkil ediyor. Tıpkı tiyatroda olduğu gibi, kullanıcı sosyal medya platformlarının kendisi için hazırladığı sahne ve dekor (setting) çerçevesinde onbinlerce seyirciye ulaşıyor, onlara dokunuyor, onların duygu ve düşüncelerini manipüle edebiliyor, mukabilinde beğeni (like) ya da eleştiri alıyor. Dolayısıyla bu karşılıklı etkileşim, başkalarının görüşünü, değerlendirmelerini ve takdirini, yani seyircinin alkışlarını da oyuncu için önemli kılıyor. Oyuncu (sosyal medya kullanıcısı) seyircinin düşüncelerine ve değer yargılarına önem verdiği için onların algısını performansıyla etkilemeye çalışıyor.
Görüşünü önemsediğimiz ne kadar insan varsa o kadar farklı toplumsal benliğimiz vardır ve her birine farklı yüzümüzü gösteririz. Dolayısıyla ilişkilerimizde bu rolleri ayırt etmeye çalışır ve karşımızdaki kişiye ve duruma göre uygun bir maske takarız. Sözgelimi, hiç kimse tarafından izlenmediğimizi bildiğimiz durumlardaki davranışlarımız ile aile fertlerinin, arkadaşlarımızın, karşı cinsin ya da resmi bir topluluğun önündeki davranışlarımız farklıdır; veya iş yerinde, kahvehanede, camide ya da stadyumdaki tutumlarımız da farklılık arz eder. Öte yandan seyircide oluşan izlenimleri korumak için farklı rolleri oynadığımız seyirci gruplarının bir araya gelmemesine özen göstererek, rollerimizi de garanti altına alırız. Örneğin, evde daha rahat bir role bürünürken iş yerinde daha ciddi bir tutum takınan bir müdür, eşiyle aynı işyerinde çalışmak zorunda kaldığında rolleri arasında bir gerilim yaşayacaktır. Bir seyirci grubunu etkilemek veya onları manipüle etmek istediğimizde de grupların birbirinden haberdar olmaması için seyirci ayrımı gereklidir.
Ancak sosyal hayatın tersine, sosyal medyada performanslar tüm izleyiciler önünde aynı anda sergilendiğinden ve hatta kayıt altına alınabildiğinden dolayı seyirci ve rol değişimi mümkün olmayabiliyor. Seyirci birliği ve rol değiştirme zorluğundan dolayı bazı kullanıcılar başlangıçta bir tutum belirleyip aynı tutumu devam ettirme ihtiyacı hissediyorlar. Birçok kullanıcı, tıpkı Goffman’ın ideal durum (idealization) dediğine benzer bir şekilde, bir reaksiyonla karşılaşmamak, olası tepkileri azaltmak ya da bu tutumla bir menfaat elde etmek için kalabalığa ve genel yargılara uyma ve yaygın normlar çerçevesinde sosyal medyada ideal şekilde görünme yolunu tercih edebiliyor. Mesela bir toplumda dindar görünmek prim yapıyorsa, böyle bir kullanıcı Facebook sayfasını ayet, hadis ve cuma mesajlarıyla süsleyip Instagram sayfasında cuma namazı ve hac fotoğraflarını paylaşabilir. Öte yandan, siyasi veya sosyal baskılardan ve hukuki yaptırımlardan dolayı ya da rolün gizlilik gerektirdiği durumlarda (mesela troller) bazı sosyal medya kullanıcıları kendi isimleriyle görünmemeyi, sık sık hesap değiştirmeyi ya da şimdiki tutumuyla çelişen eski paylaşımlarını silmeyi tercih edebilirler. Tüm paylaşımlarının kayıtlı olabileceğini ve önüne konabileceğini bildiği halde, rüzgara göre fikir ve tutum değiştiren bazı sosyal medya kullanıcılarının kendi ismiyle veya kurumsal kimliğiyle paylaşım yaptığını da görüyoruz. Bu tavırlarıyla karakterleri ve motivasyonları hakkında aslında seyirciye kuvvetli bir mesaj iletmiş oluyorlar.
Girdiği etkileşimle bir birey, diğer insanların kendisine değer vermelerini ve buna uygun davranmalarını talep eder. Buna karşılık diğer bireyler o kişinin gerçekte de iddia ettiği gibi olmasını beklerler ve tavırlarını ona göre şekillendirirler. Dolayısıyla ortaya koyduğumuz söz, tavır ve davranışlarla kendimizi tanımlar ve başkalarından bu tanıma uygun bir şekilde bize değer vermelerini talep ederiz. Verdiğimiz ya da verdiğimizi sandığımız izlenime uygun bir davranış göremediğimizde bize haksızlık yapıldığını düşünürüz. Bu durumda karşı tarafa doğru bir imaj verememiş, bir sebepten ötürü karşı tarafta bu performans anlaşılamamış, yanlış anlaşılmış veya verdiğimiz mesaj kabul görmemiş olabilir. Bazı durumlarda biz seyirciye o güne kadar bir izlenim vermişizdir ve ona uygun davranmamız beklenir; bazı durumlarda da toplum veya grup bize bir rol biçer ve bunu taşımamızı ister. Verdiğimiz izlenim anlaşılamadığında veya rollerimize aykırı davrandığımızda tepkiyle karşılaşabiliriz. Sosyal medyada sık karşılaşılan “linç”lerin bir kısmı bu türdendir.
Sosyal ilişkilerde bireyin sözel ifadelerini (yani verilen mesaj) veri kabul ederek ona inanmayı tercih edebiliriz. Ancak çoğu kez oyuncunun kendi anlatımının yanında izlenimlerimizle de (yayılan mesaj) bir kanıya varırız. Aslında ikincisi yardımıyla birincisini denetleriz. Seyirciler oyuncuların kontrol edebildikleri davranışlarını daha az kontrol edebildikleri kısımlara bakarak denetlerler. Yani bir oyuncunun kendini bir karakter olarak tanıtması kolaydır ama bunu sahnelemesi daha zordur. Dolayısıyla seyirci oyuncunun performansına, jest ve mimiklerine bakarak sözlü ifadesinin doğruluğunu test edebilir. Örneğin bize sunulan yemeğin çok lezzetli olduğunu söylerken zoraki yiyorsak ve yüz ifademiz sözlerimizi yalanlıyorsa gerçek düşüncemizi ele vermiş oluruz. Sosyal medyadaki iletişim sorunlarının kaynağında yatan temel etkenlerden biri bu vücut dilinin seyirci tarafından yeterince görülememesi ya da görülse bile performansların kısa süreli olmasıdır. Sosyal medyada seyirci, kullanıcıların jest, mimik ve vücut dillerini göremediği ya da kısa süreli ve gözden geçirilmiş ve düzeltilmiş performanslarla karşılaştığı için eksik ya da yanlış mesaj alabilir. Mesela Twitter’da espri ve ironiler bazen anlaşılamayabilir ve kullanıcı kendini açıklama yapmak zorunda hissedebilir. Diğer yandan sosyal medyanın bu sınamaya yeterince imkan vermemesi bazen seyircilerin daha kolay manipüle edilmelerine de sebep olabilir. Kullanıcının jest ve mimiklerine bakarak beyanını kontrol etme imkanımız sınırlı olduğu için beyanına itibar edebiliriz. Yine görüntü olsa bile kısa süreli performanslarda oyuncu rolünü daha iyi oynayacağı için gerçek karakterini seyirciden saklayabilir.
Goffman’a göre seyirciler, bir oyuncunun yaş, cinsiyet, ırk, giyim, konuşma ve duruş gibi kişisel vitrini (personal front) ile performansı arasındaki uyumun yanı sıra bunların da sahneyle olan (setting) uyumuna bakarlar. Sedat Peker’in yakın zamanda yayımlamaya başladığı YouTube videolarını bu açıdan değerlendirdiğimizde, özellikle ilk videolarındaki görünüş, jest, mimik, kullanılan jargon, masasının üzerindeki objeler, seçtiği kitaplar, arka fon ve dekorun kimliğine ve vermek istediği mesaja uygun olduğunu söyleyebiliriz. Bu mesajın gerçek muhataplarına doğru iletilip iletilmediğini bilemesek de videoların izlenme sayılarından ve gündemi işgal etmesinden Peker’in performansının seyircide bir etki oluşturduğunu anlayabiliyoruz. Yine set, görünüş ve performans uyumu açısından sosyal medyaya baktığımızda, bir sosyal medya kullanıcısının profil resminden, hesabında tercih ettiği isimden, kullandığı simgelerden ve sloganlarından, takip ettiklerinden, takipçilerinden ve beğeni ve paylaşımlarından onun hakkında --bazen manipüle edilmiş olsa da-- cinsiyetine, dünya görüşüne, zevklerine ve karakterine ilişkin bir bilgi edinebiliriz. Bu sebepten yalnızca polis veya istihbarat servisleri değil, aynı zamanda sıradan insanlar da birisi hakkında bilgi edinmek istediklerinde bu kişinin sosyal medya hesaplarına ve LinkedIn sayfasına bakabiliyorlar.
Benzer bir şekilde tutarlılık gereği seyirciler, bir oyuncunun benzer durumlarda benzer rolleri oynamasını da bekler. Mesela sürekli “ümmet” üzerine bir söylem geliştiren ve özellikle Filistin paylaşımlarında bulunan bir İslamcının Uygurların uğradığı zulme sessiz kalması tutarsızlık olarak görülebilir. Yine bir sosyal medya kullanıcısı ideal bir role girerek, aslında öyle olmadığı halde kendini insan hakları savunucusu veya hümanist bir aydın, ya da hayvan ve çevre dostu biri olarak sunabilir. Bunlar güvenli alanlardır ve herhangi bir gerilim olmadan rolünü sürdürebilir ve seyirciyi de rolüne inandırabilir. Ancak bazı olaylar böyle insanların saklı ya da baskın kimliklerini anlamada turnusol kağıdı görevi görürler. Türkiye'de sosyal medya kullanıcılarının ve bazı gazetecilerin benzer iki trajediye verdikleri tepkiler üzerinden konuyu biraz daha açabiliriz. 2015 yılı Eylül ayında Ege Denizi’nde boğularak hayatını kaybettikten sonra Bodrum'da karaya vuran bir çocuğun fotoğrafı, ulusal ve uluslararası medyanın yanı sıra sosyal medyanın da gündemini günlerce meşgul etmişti. Suriye iç savaşından Türkiye'ye kaçan ve oradan da Yunanistan'a geçmeye çalışırken teknelerinin batması sonucu Suriyeli bir Kürt ailenin üç yaşındaki bebeği ölmüştü. Olayın ardından bazı insanlar sosyal medyadan üzüntülerini dile getirirken, bazıları Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a küfürler savuruyor, hatta bazıları bu ölümlerden ABD ve Batılı ülkeleri sorumlu tutuyordu. Türk medyası Aylan bebeğin ölümünün yıl dönümlerinde bile bu trajediyi tekrar gündeme getirirken Twitter kullanıcıları da Aylan bebek adına bir "hashtag" açıyordu.
Öte yandan 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi sonrasında, Türk hükümeti tarafından olağanüstü hal ilan edilmiş, çok sayıda muhalif kamu görevinden ihraç edilmiş, pasaportları iptal edilmiş ve aralarında bebekli ve hamile kadınların da olduğu binlerce kişi hapse atılmış ve işkencelere maruz kalmıştı. Seyahat özgürlükleri ellerinden alınmış ve baskı ve işkencelere maruz kalmış bu insanlardan bazıları Ege Denizi veya Meriç Nehri üzerinden Yunanistan’a geçmeye çalışırken bazı çocuklar da hayatını kaybetmişti. Ancak yukarıdaki trajedinin tersine, diasporadaki birkaç muhalif gazeteci ve bazı insan hakları savunucuları dışında Türk medyası genel olarak konuya değinmemeyi tercih etti. Hükümetin sözcüsü gibi davranan bazı gazeteciler ise çocukların ölümlerinden aileleri sorumlu tutuyordu. Beni asıl şaşırtan, bazı sosyal medya kullanıcılarının ölen çocuklar için yaptığı paylaşımlar oldu. Bazıları bunun sadece bir “şov” ya da ajitasyon olduğunu ileri sürerken, bazıları da ölümleriyle "denizi kirletiyorlar" diyorlardı. Bir Twitter kullanıcısı ise, büyüselerdi aileleri gibi ‘terörist’ olacaklarını söylüyordu. Oysaki, zulümden kaçan insanların başına gelen benzer trajedilerde aynı insanların benzer tavırlar takınmaları beklenirdi. Ancak öznesi çocuklar olan bu iki trajedinin bize gösterdiği gibi, siyasi görüşlerimiz veya bir partiye bağlılığımız, insan, anne-baba ya da daha geniş anlamda dini ve milli kimliklerimizin önüne geçebiliyor. Diğer ülkelerdeki zulmü ve insan hakları ihlallerini eleştirebilirken, kendi ülkemizdeki duruma göz yumabiliyor hatta zulmün en ateşli savunucusu haline bile gelebiliyoruz.
Günlük hayatta hazırlıksız yakalandığımız ve hangi sosyal yüzü takınacağımızı bilemediğimiz ya da yanlış rolü oynadığımız durumlar vardır. Mesela aniden misafir geldiğinde evde bir koşuşturmaca başlar. Kılık kıyafetimizi (personal front) ve salonu, bazen mutfağı ve banyoyu (setting) düzeltme telaşına girişir ve çoğunlukla da başaramayız. Yine bir canlı yayında yayının bittiğini zannedip ya da mikrofonu açık unutup gaf yapan konuşmacı da başka bir açıdan hazırlıksız yakalanma durumuna örnek olarak verilebilir. Yukarıda bahsettiğimiz çerçevede, sosyal medyada kontrollü mesaj yayma ve seyirciyi manipüle etme daha kolay olsa da, televizyondaki canlı yayın kazalarına benzer şekilde YouTube canlı yayınlarında veya Zoom toplantılarında karşılaşılan kazalar da bu hazırlıksız yakalanma durumuna örnek olarak verilebilir. Böyle durumlarda alışkanlıklarımızın kontrolsüz şekilde ortaya çıkışından da söz edebiliriz. Hazırlıksız yakalanma durumlarında uygun maskeyi takamadığımız ya da taktığımız maskenin düşmesinden dolayı seyirciden gizlediğimiz yönlerimiz alışkanlıklarımız çerçevesinde ortaya çıkacaktır. Örneğin halkın içinden biri ve korkusuz bir lider imajı veren bir siyasetçi, bir vatandaşın aniden kendisine sarılıp sevgi gösterisinde bulunması durumunda panikleyecektir. Duruma göre gaf yapma, pot kırma, çam devirme, rezil olma veya rezalet çıkarma olarak tanımladığımız böyle anlarda halin gerektirdiği role girememiş ya da uygun rolü sürdürememişizdir.
Bir etkileşimde hem seyirciyi hem de farkında olmadığımız üçüncü bir göz olarak tanımladığımız gözlemcileri (observer) denetleme zorluğu vardır. Seyirciye bakan yönüyle dramaturjik tedbir gereği rolümüze müdahale edebilecek ya da yanlarında rolümüzü rahat oynayamayacağımız kişileri listemize almayız. Bu yüzden sosyal medyada da karşılıklı takipte bulunduğumuz ya da paylaşımlarına yorumda bulunduğumuz insanlar genelde sorun yaşamayacağımız kullanıcılardır. Sorun çıkaracak insanları bloklamayı tercih edebiliriz. Gözlemcinin varlığında ise durum biraz daha karmaşık hale gelir. Etkileşim sırasında oyuncu nasıl bir performans sergilediğinin farkında olmayabilir ve performansına seyircinin tepkisini de ölçemeyebilir. Ancak etkileşimin dışında aslında kendisi de bir seyirci olan gözlemci (C), bir yandan etkileşimin iki yönündeki oyuncu (A) ve seyirciye (B) dair ayrı ayrı gözlemde bulunabilirken diğer yandan bunların verdiği tepkilerden aralarındaki ilişkiye dair de bir yargıya varabilir. Dolayısıyla gözlemci oyuncunun performansı ve bunun seyirci üzerindeki etkisine dair daha geniş bir bakış açısına sahip olabilir. Hem seyirciyi hem de gözlemciyi kontrol etme zorluğundan dolayı bazı siyasetçiler basının karşısına çıkmamayı, ya da canlı yayınlara katılmamayı tercih ederler. Etkileşimi siyasetçi ile gazeteci (yani oyuncu ile seyirci) danışıklı döğüş şeklinde sürdürseler de, gözlemci konumunda olan ekranları başındaki izleyiciler tarafından setteki eksiklikler, aralarındaki örtülü anlaşma ve performanstaki yapmacık tavırlar fark edilecektir.
Elbette her zaman bireysel performanslar sergilemeyiz. Takım halinde sergilenen performanslar ya da izleyiciler tarafından bir takımla özdeşleştirilen roller de vardır. Örneğin, kişisel performansını bir ahlaki standarda göre yönlendiren biri benzer standartlara göre hareket eden gruplarla özdeşleştirilebilir. Seyircinin gözünde bu gruplardan ayırt edilebilmek için farklı davranışlar sergilemek, farklılıkları vurgulamak ya da o gruplara ait bazı sembollerden kaçınmak gerekebilir. Türkiye’de hükümete muhalif olduğunu söyleyen bazı kesimlerin insan hakları ihlallerini eleştirirken hükümetin diskuruna başvurarak “FETÖ” tabirini kullanması veya Türkiye’deki insan hakları ihlallerinden bahsederken kendi mahallesinden olmayan Kürtlere ve cemaat mensuplarına yapılanları görmezden gelmesi buna örnek olarak verilebilir. Bu davranışlarıyla bir yandan insan haklarını savunurken diğer yandan devlet tarafından sakıncalı görülen gruplarla anılmak istemeyebilirler.
Takım halinde sergilenen performanslarda bir takımın üyesinden takımın duruşuyla ilgili bilgiyi saklar veya rollerdeki değişikliklerden onu da haberdar etmezseniz o üyenin karakterini de ondan saklamış olursunuz. Dolayısıyla oyuncu hangi rolü oynayacağını bilemez ve alacağı duruşa yönelik bir bilgisi olmadığı için seyircilere de buna yönelik bir benlik sergileyemez. Sosyal medyada yandaş medya gazetecilerinin hükümetin tavrını henüz bilmedikleri için bazı olaylarda tepkisiz kalması ve yukarıdan gelecek talimata göre tavır belirlemesi bu duruma örnek gösterilebilir. Diğer taraftan, takım performanslarında bir dayanışma olması ve her oyuncunun rolüne sadık kalması gerekir. Bunu astların ve üstlerin kendi aralarındaki dayanışmasında ya da meslek dayanışmalarında görebiliriz. Burada önemli olan vitrinin korunmasıdır. Bir öğretmenin öğrencilerinin huzurunda diğer öğretmenlerin, aynı şekilde bir doktorun hastasının yanında diğer doktorların belli bir saygınlıkla hareket etmesi ve mesleki dayanışma göstermesi beklenir. Bu açıdan bir öğretmene ya da doktora yöneltilen bir tepki meslektaşlarınca mesleğe yöneltilmiş gibi algılanacaktır. Grup dayanışmaları ve mesleki dayanışma sosyal medyada da karşımıza çıkıyor. Bir insanın bir paylaşımını eleştirdiğinizde ya da bir tutumunu sorguladığınızda, sanki sorgulanan bir grup ya da meslekmiş gibi, grup üyeleri sosyal medya kullanıcılarınca “defansa gelmek” olarak tarif edilen bir dayanışma sergileyebiliyorlar.
Goffman’ın analizinde kullandığı önemli bir diğer kavram da sahne arkası ya da arka bölgedir (back stage). Başka insanların bulunduğu bir ortamda (vitrin bölgesi ya da “front”) yapılan etkinliklerde verilmek istenen izlenime uygun yönler öne çıkarılırken bu izlenime uymayan başka yönler ise bastırılır ya da gizlenir. Ancak bastırılan gerçekler kendilerini sahne arkasında (back stage) çoğu zaman gösterir. Oyuncu burada rahatlayıp vitrindeki (front) rolünü bir kenara bırakabilir ve oynadığı karakterden çıkabilir. Mesela bir restorandaki çalışanların müşterilerin olduğu salondaki tavırları ile arka tarafta hazırlıkların yapıldığı mutfaktaki davranışları farklı olur. Salondaki düzenin, ciddiyetin ve nezaketin aksine, mutfakta gayriciddi bir tavır takınabilir, müşterilerin dedikodusunu yapabilir ve mutfağın dağınık olmasını umursamayabilirler. Elbette sahne arkasında yalnız olmakla bir astının ya da bir üstünün olması gibi durumlarda bu rahatlamanın derecesi farklılık gösterir. Sahne önünde çok fazla vakit geçiren insanlar hep nazik ve edepli, dolayısıyla hep tetikte olmak zorundadırlar. Tanınırlığı ve bilinirliği yüksek insanların sosyal hayatta yaşadığı sorunlardan biri budur. Sürekli gözetim altında olduklarından bir türlü rollerinden çıkamazlar. Sosyal medyada görünürlüğü yüksek olan ve sosyal medyada fazlaca vakit geçiren insanların da benzer baskıları yaşadığı söylenebilir. Toplumun medya ve tüketim kültürüyle dönüşmesinden ve imajın fazla ön plana çıkmasından dolayı bu baskıdan kaçabileceğimiz ve rahatlayabileceğimiz alanlar da giderek azalmaktadır.
Günümüzde bir sosyal medya kullanıcısı, Goffman’ın aktörünün etkileşimde bulunduğu çevrenin çok ötesinde, dünyanın farklı birçok yerinden kalabalık bir izleyici kitlesi önünde dinlenme bilmeksizin sürekli bir etkileşim içerisinde. Çok sayıda insanla girilen bu etkileşimde sosyal medya platformlarında paylaşılan fotoğraf, video ya da yorumlara yönelik izleyicilerin tepkilerini doğrudan, hatta bazen görgü kurallarını aşan bir şekilde iletebiliyor olmaları, kullanıcıları birçok olumsuz etkiye maruz bırakabiliyor. Belki de bunun bir sonucu olarak kullanıcılar; takipçilerinin ve izleyicilerin yönlendirmesiyle şekillenen ve sürdürülebilir olmayan yapay bir kimlik inşa ediyorlar. Bunun daha ilginç tarafı ise bu kimlik ve imajların yapay olduğu bilindiği halde bir taklit furyasını körüklemesi. Sosyal medyanın bu yapay kimlikler üzerinden hayatımızı işgal etmesi, Black Mirror dizisinin bir bölümünde (Nosedive) biraz da fütürist bir yaklaşımla abartılı bir şekilde işlenir. Dizide ele alınan toplumda insanların statüleri ve hayat standartları, etkileşimlerinde sosyal medya üzerinden elde ettikleri puanlarla belirleniyor. Bu puan yaptıkları iş başvurularında, ev satın almak, araba kiralamak, uçakla ya da otobüsle seyahat etmek istediklerinde limitlerini belirliyor. Dolayısıyla insanlar birbirlerini etkilemek için imajları konusunda takıntılı hale geliyor ve sahte kimlikler ve yüzler takınıyorlar.
Yine sosyal medyayı konu alan Sosyal İkilem (The Social Dilemma) belgeselinde, bu etkileşimin sosyal medya kullanıcıları, özellikle de gençler üzerindeki etkisi ele alınıyor. Belgeselde uzmanlar, milyonlarca Amerikalının günümüzde sosyal medya nedeniyle akıllı telefon ve bilgisayar gibi aletlere bağımlı hale geldiklerini ve bu yeni yaşam tarzının özellikle çocukları ve gençleri depresyona ittiğini belirtiyor. Bunun yanı sıra sosyal medya nedeniyle insanların görünüşleri hakkında daha fazla takıntılı hale geldiklerine de vurgu yapılıyor. İmaj ve görüntünün birçok değerin önüne geçtiği günümüzde gençler arasında kozmetik kullanımı ve estetik ameliyatlarının çok yaygınlaştığı belirtiliyor. Özellikle 2009 sonrası sosyal medya platformlarının akıllı telefonlarda kullanılabilir olmasından sonra, depresyon ve intihar vakalarının hızlı bir artış sergilediği vurgulanıyor. Bugün sosyal medya kullanıcıları olarak bizler, sosyal medya sayesinde bizden önceki nesillere göre daha fazla insanla etkileşim halindeyiz, ancak yüz yüze ilişkilere ayırdığımız zaman ve bu ilişkilerin kalitesinde düşüş olduğu da inkar edilemez Birçok insan sosyal medyada çok zaman geçiren eşinin veya çocuklarının kendileriyle yeterli zaman geçirmemesinden yakınıyor. Bundan dolayı sosyal medyada yüzlerce insanla etkileşim halindeyken kendimizi yine de yalnız hissediyoruz. Buna sosyal medyanın beslediği görüntü ve imaj takıntısı da eklediğinde gençler depresyona ve intihara sürüklenebiliyor.
Robert Ezra Park, İngilizcede person (kişi) sözcüğünün "maske" anlamına da gelmesinin bir rastlantı olmadığını söylüyor. Yani karşımızdaki muhataba göre ve duruma uygun olarak belli bir karakteri canlandırıyoruz. “Biz birbirimizi bu roller içinde tanırız; bu rollerde kendimizi tanırız” şeklinde özetliyor Park bu durumu. Bu maske bizim kimliğimizi ya da ulaşmak istediğimiz insanı işaret ettiğinden sosyal medya dahil hayatın her alanında kendimiz için belirlediğimiz rollere ve başkalarıyla olan etkileşimlerimizde taktığımız maskelere dikkat etmemiz gerekiyor. Goffman’ın ifadesiyle, “Sonunda, rolümüze ilişkin anlayışımız, kişiliğimizin ikinci doğası ve ayrılmaz bir parçası haline gelir. Dünyaya bireyler (individuals) olarak geliriz, kişilik kazanırız ve birer kişi (persons) oluruz.”
KAYNAKÇA
Erving Goffman (1959).The Presentation of Self in Everyday Life. New York: Doubleday Anchor Books
Erving Goffman (2014). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu. İstanbul: Metis Yayınları
Netflix
-The Social Dilemma (2020)
-Black Mirror, 3. Sezon, Nosedive