Brooke Erin Duffy ve Jefferson Pooley’in analizi çerçevesinde günümüz idolleri ve onların temsil ettiği ekonomi modelini daha önceki yazımızda incelemiştik. Duffy ve Pooley yaptıkları analizlerde günümüz idollerininin üç özelliğine vurgu yapıyorlardı: meritokrasi söylemi, girişimcilik ruhu ve kendini ifade ederken başvurdukları gerçeklik vurgusu. Analize göre, günümüz idolleri Twitter, Facebook, Instagram ve YouTube gibi sosyal medya platformlarında bir yandan görünürlük kazanırken, diğer yandan da bir nevi girişimci ve üretici rolüne de girerek, kendi kendini markalaştırıyor (self-branding), kendilerini ve ürünlerini pazarlıyorlardı (self-marketing).
Girişimcilik ve meritokrasi açısından benzer bir analizi iş aramak, profesyonel ilişkilerimizi geliştirmek, kariyer oluşturmak ve mesleki ilgi alanlarında paylaşımlarda bulunmak için kullandığımız LinkedIn platformu üzerinden daha geniş bir kitle için yapabiliriz. LinkedIn, kariyer odaklı kullanılan bir sosyal medya platformu olmasına rağmen, 2022 Ağustos ayı verilerine göre 200 ülkede 850 milyondan fazla üyeye sahip. Her hafta 45 milyon insan platform üzerinden iş ararken her ay 200 milyondan fazla iş başvurusu yine platform üzerinden yapılıyor. Bu bağlamda LinkedIn, bir yandan iş arayanlara sunduğu bir nevi canlı özgeçmiş (resume/CV) formatı ile adayların görünümünü kolaylaştırıp onlara kendilerini pazarlama imkanı verirken diğer yandan şirketlerin ve iş verenlerin taleplerini sergilemelerine de olanak sağlayarak piyasadaki değişimi bizlere gösteriyor.
Platformun kullanıcılara sunduğu format ve etkileşim olanağı dikkate alındığında, LinkedIn profillerinde kendini pazarlama olgusunun öne çıktığını söyleyebiliriz. Etkili bir LinkedIn profili oluşturmak istediğimizi düşünelim. Bununla ilgili bilgi almak için YouTube’da arama yaptığımızda özellikle bir çok İngilizce sunumun LinkedIn pazarlama (LinkedIn marketing) başlığı altında önümüze geldiğini ve konunun kendini pazarlama (self marketing) ve markalaştırma (self/personal branding) kavramları çerçevesinde ele alındığını göreceğiz. Bu videolarda genel olarak işlenen konuları şöyle sıralayabiliriz: etkili bir LinkedIn profiline sahip olmak ve dikkat çekmek için fotoğrafımızın ve arka plan resminin nasıl olması gerektiği; algoritmalarla eşleşebilsin diye profilimizde yer vereceğimiz mesleki bilgi ve becerilerimizde, yaptığımız paylaşımlarda hangi anahtar kelimeleri kullanmamızın daha uygun olacağı; iş arama sürecinde filtrelere takılmamak için neler yapabileceğimiz; paylaşımlarımızda daha fazla etkileşim ve beğeni almak için hangi gün ve saatlerin tercih edilebileceği; bağlantı sayımızı (network) artırmak, 500+ hesaplara ulaşmak ve alanımızla ilgili firma ve işe alım yapan insanların dikkatini çekmek için yapmamız gerekenler; hangi sertifika ve kursların bizi öne çıkaracağı... Özetle, böylesi bir LinkedIn profili ile yaptığımız aslında kendimizi daha iyi nasıl pazarlayıp karşı tarafı nasıl daha kolay etkileyebiliriz bağlamında bir marketing çalışması. Bu yönüyle her bir LinkedIn kullanıcısı aynı zamanda bir girişimci olarak düşünülebilir.
Duffy ve Pooley’in analizinde üzerinde durulan meritokrasi ve çok çalışma vurgusunun LinkedIn profillerinde çok daha yaygın bir şekilde sergilendiğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda profillere göz attığımızda, artık üniversite diplomalarının ve resmi sertifikaların yeterli olmadığını ve adayların yeterliliklerini ispatlama adına ilave kurslar, stajlar ve uluslararası geçerliliği olan sertifikalarla profillerini güçlendirmeye ve rekabette öne geçmeye çalıştıklarını gözlemliyoruz.
Firmalar açısından değerlendirirsek, piyasanın birçok alanda artık devletin onaylı diplomalarını yeterli görmediğini ve adaylardan ilave sertifikalar ve deneyimler talep ettiğini söyleyebiliriz. Olumlu tarafından bakarsak, bu dönüşüm, teknolojiye bağımlı alanlarda ve bilişim sektöründe bizlere mezun olduğumuz okul veya bölümden kaynaklanan dezavantajları uluslararası sertifikalar, kurslar ve projelerle aşma imkanı sunuyor. Uluslararası değerlendirme kriterlerlerinin gündeme gelmesi birçok anlamda yaşanan ulusal-global geriliminin örneklerinden biri aslında. Günümüzde bilgi ve iletişim teknolojileri başta olmak üzere birçok iş dalında serbest çalışma (freelancer) ve uzaktan çalışma gibi uygulamalar giderek yaygınlaşıyor. Şirketler maliyetlerin düşürülmesi, yüksek karlılık, verimlilik ve daha geniş pazarlara ulaşmak gibi hedeflerle sınırları aşmaya çalışırken uluslar/devletler bunun aksine kontrolü ve denetimi sağlamayı amaçlıyorlar.
Diğer taraftan bu olgu devletin diploma tekelini de giderek aşındırıyor. Okulsuz Toplum (1971) kitabında Avusturyalı düşünür Ivan Illich, bireylerin başta okullar olmak üzere resmi kurumlara bağımlı hale getirildiğini ileri sürer. Devlet bir yandan okullar vesilesiyle toplumu tektipleştirip bireyleri sınırlandırırken, diğer yandan resmi sertifikalar ve diplomalar yoluyla insanların geleceğini belirleme ve iş hayatını şekillendirme gücünü elinde tutar. LinkedIn’in önümüze serdiği gibi, bu değişimle hayatlarımızda artık piyasanın mı yoksa devletin mi daha belirgin olduğu tartışılabilir.
Illich’in yaklaşımında öne çıkan bir diğer konunun da LinkedIn bağlamında ele alınabileceğini düşünüyorum. Ona göre, okul yerine aynı ilgi alanlarına sahip insanları bir iletişim ağı (network) ile bir araya getirmek hem daha ucuz hem de öğrenme açısından daha etkili bir alternatif olacaktır. LinkedIn’in kısmen buna olanak sağladığı söylenebilir. Platform mesleki ilgi alanları ortak ya da aynı meslek grubundan olan insanların bir sosyal ağ üzerinden birbirlerine ulaşmasını ve etkileşimde bulunmasını sağlıyor. Bizlere ilgi alanlarımızda yapılan paylaşımları, gelişmeleri, öne çıkan isimleri ve şirketleri takip etme ve ilgili gruplara, tartışma ve toplantılara katılma imkanı sunuyor. Bu sayede hem iş olanaklarını hem de sektördeki gelişmeleri takip edebiliyoruz. Bu yönüyle de diğer sosyal medya platformlarından ayrılıyor.
LinkedIn elbette bizlere günümüz ekonomi anlayışı açısından başka ipuçları da sunuyor. Mesela, kullanıcıların yeni eğitimler ve sertifikalarla sürekli profillerini güncellemek, platformun sunduğu imkan dahilinde canlı özgeçmişlerine yeni beceriler ve uzmanlık alanları eklemek ve böylece daha fazla görünmek ve ilgi çekmek zorunda olduğunu görebiliyoruz. Kısaca, bu acımasız rekabet ortamında hep daha iyi olduklarını ispatlamak ve sürekli yeni şeyler öğrenmek zorundalar. LinkedIn’de iş ilanlarında sıklıkla karşımıza çıkan “öğrenmeye açık mısınız?” sorusu bu durumu özetliyor aslında. Eskiden bir meslek erbabı öğrendiği bir zanaatı bir ömür sürdürebilir ve yaptığı işte zamanla meleke kazanabilirdi. Teknolojideki değişim yavaştı ve insanların ihtiyaçları ve piyasanın beklentileri de pek değişmezdi. Bugün ise çalışanlar hem sürekli değişen teknolojiye ayak uydurmak zorundalar hem de piyasanın ihtiyaçlarına cevap vermek için yeni alanlarda da kendini geliştirmek mecburiyetindeler. Teknolojinin hızlı değişiminden dolayı işe girdikten birkaç yıl sonra kendinizi bambaşka bir alanda bulabilirsiniz. Birkaç yıl önce kullandığınız program ve araçlar bu zaman zarfında demode olmuş ve piyasadan kalkmış olabilir. Yaşlılık gibi nedenlerle değişime ayak uyduramadığınızda da kendinizi kapının önünde bulabilirsiniz.
Bir birey için kendini sürekli bir rekabetin ve öğrenme mücadelesinin içinde bulmak onun üzerinde çok büyük bir baskı oluşturuyor. Ayrıca hızlı değişimden dolayı bir konunun künhüne de vakıf olunamıyor ve mesleki tatmin elde edilemiyor. Daha kötüsü, maalesef bu öğrenme çabası çoğunlukla da insanın kendini keşfine ait değil. En başta piyasanın ihtiyaçlarına cevap verme ve benzer adaylar arasında bir adım öne çıkabilmeye yönelik. Hatta bazen içinde bulunmaktan hazzetmediğimiz bir rekabeti sırf işimizi ve pozisyonumuzu koruyabilmek için sürdürmeye mecbur kalıyoruz. Bireyin aslında burada yaptığı, piyasayı tatmin edebilmek için kendini pazarlamak. LinkedIn de bunun açıkça yapıldığı ve sürekli güncellendiği bir platform olarak karşımıza çıkıyor.
Michael Foucault’nun üzerinde durduğu gibi, bu değişimin ekonominin hayatımızın her alanını işgal etmesiyle ve piyasanın üzerimizde tahakküm kurmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu (La Naissance de la biopolitique) adıyla kitaplaştırılan College de France derslerinde (1978-1979), klasik iktisatçıların yaklaşımlarının 1930’lardan başlayarak neoliberal akım tarafından dönüşüme uğratıldığını ileri sürer [1]. Bu bağlamda özellikle Alman ordoliberalizmi ile Amerikan anarko-liberalizmi üzerinde duran Foucault, neoliberallerin ekonomiyi serbest bırakma hedefinin ötesinde, onun nüfuz alanını daha önce ekonomi dışı görülen alanları da kapsayacak şekilde genişlettiklerini belirtir. Ona göre, liberallerin devlet başta olmak üzere herhangi bir otoritenin müdahalesinden uzak, karşılıklı serbest mübadele savunusu, neoliberallerde yerini ekonomi ilkeleri temelinde bir yönetim mantığına/yönetimselliğe bırakmıştır [2]. Neolibeal rasyonalitenin ortaya çıkardığı bu yeni yönetimsellik olgusu ile devletin yönetimi, eğitimin etkinliği, sağlık politikaları, hukuk, aile hatta çocuk eğitimine kadar her alanda temel kriter artık ekonomidir.
Foucault bu değişimi anlatırken ekonomik insanın (homo oeconomicus) dönüşümüne ayrı bir parantez açar. Klasikler tarafından faydasını maksimize etmeye çalışan (theory of utility) bir mübadele insanı olarak resmedilen homo oeconomicus, yerini artık bir şirket, girişim ve üretim insanına bırakmıştır. Ona göre, toplumun ve sosyal hayatın şirket ve girişimcilik modeline göre ekonomikleştirilmesi yoluyla yeniden biçimlendirilmesi Alman ordoliberalleri için Gesellschaftspolitik’in özelliklerinden biridir. Yeni homo oeconomicus artık bir mübadele ortağı değil, fakat bir girişimcidir: sermayesi en başta kendisi olan, kazancının kaynağı kendisi, kendi kendisinin üreticisi ve girişimcisi olan ekonomik bir insan.
Foucault bu yaklaşımın Amerikan neoliberalleri tarafından aşırı bir noktaya taşındığını, örneğin ekonomik analizin evlilik, çocukların eğitimi veya suç ve cezalara uygulanacak şekilde sosyal alanın tamamına yayıldığını ifade eder. Ona göre, bu bağlamda ortaya atılan en önemli kavramlardan biri beşeri sermayedir. Klasikler üretimi toprak, sermaye ve emek olmak üzere temelde üç faktör etrafında tartışmış ve Adam Smith de analizlerinde işbölümüne ayrı vurgu yapmıştır. Buna rağmen Amerikan neoliberallerine göre emek faktörü klasikler tarafından yeterince analiz edilmemiş ve sadece zaman ve nicelik yönünden ele alınmıştır. Yani klasik anlayışa göre emek faktörü yoluyla üretimi arttırmak ancak işçi sayısının veya çalışma saatlerinin arttırılmasıyla mümkün olabilirdi. Foucault, emek faktörünü tekrar ekonomik analize etkili bir şekilde dahil edebilmek için 1950’lerden sonra Theodore Schultz, Gary Becker ve Jacop Mincer gibi bazı iktisatçıların bir dizi çalışmaya imza attığını belirtir. Bu çalışmaların odak noktasını beşeri sermaye ve bu sermayeye yapılacak yatırımlarla onun nasıl arttırılıp daha efektif hale getirileceği gibi konular teşkil etmektedir. Bu yaklaşımla birlikte emek faktörü artık nitelik yönünden de ele alınmış ve ekonomi ile insan davranışları arasındaki ilişkiye ayrı bir önem atfedilmeye başlanmıştır. Yukarıda homo oeconomicusun dönüşümü bağlamında ele alınan şirket, girişim ve üretim anlayışı ile ilişkili olarak, artık işçi de bir sermayedir ve onu yatırımlarla daha etkili hale getirmek mümkündür. Bu iktisatçılara göre, beşeri sermayeyi oluşturan öğelerden bir kısmı doğuştan gelirken bir kısmı sonradan kazanılır. Özellikle edinilen beşeri sermayeye odaklanan neoliberaller, genel eğitim ve mesleki eğitim anlayışının ötesinde, ebeveynlerin çocuklarıyla geçirdiği vakit, çocuğun bakımı ve ailenin kültür düzeyi gibi çocuğun yaşamı ve çevresini de içine alacak şekilde analizlerini genişletmişlerdir.
Foucault’nun izinden giden Wendy Brown, neoliberal mantığın bireyi ve devleti dönüştürdüğünü ve bunların günümüz şirket modeline göre ve girişimcilik temelinde şekillendiğini ifade eder. Foucault’nun homo oeconomicus eleştirisini güncelleyen Brown, günümüzde homo oeconomicusun finansallaşmış bir beşeri sermayeye dönüştüğünü belirtir. Bu finansallaşan beşeri sermayenin, kendisine yatırım yaparak (self-invest) portföy değerini, ratingini ve sıralamadaki yerini (ranking) yükseltmesi ve yatırımcıların dikkatini çekmesi beklenmektedir. Finansallaşmış insan artık piyasadaki rekabet tarafından yönlendirilen, piyasanın ihtiyaçlarına göre kendine yatırım yapan, sermaye değerini maksimize etmeye çalışan, kendini markalaştıran ve pazarlayan bir insan sermayesidir. Ona göre, bu neoliberal rasyonalitenin ve yönetimselliğin bir sonucu olarak, sadece yatırım şirketleri ve firmalar değil, aynı zamanda medya, okullar, üniversiteler ve akademi, müzeler, sivil toplum kuruluşları, web siteleri, kamu kurumları ve günlük hayatın her alanı ekonomik düşüncenin tahakkümü altına girmiştir [3].
Duffy ve Pooley’in analiziyle beraber ele aldığımızda, onlar özellikle 1990'ların sonundan bu yana emek piyasasında ivme kazanan belirsizlik ve istikrarsızlığın bir sonucu olarak, kendi kendini markalaştıran bireylerin yeni bir tür girişimci rolüyle ortaya çıktıklarını savunuyorlardı. Günümüz idollerinin sosyal medya üzerinden kendilerini pazarladıklarını ve kendi markalarını oluşturduklarını belirtiyorlardı. Foucault ve Brown’ın analizlerinde ise bu şirket, girişimcilik ve üretim mantığının hayatın her alanına yayıldığını ve artık insanın da homo oeconomicusa dönüştüğünü görüyoruz. Sermayesi kendi olan, girişimci, kendini markalaştıran, piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda kendisine yatırım yaparak sermaye değerini yükseltmesi beklenen bir beşeri sermaye.
Bu değişimle birlikte, artık anladığımız şekliyle mesaide geçen belirli bir zaman karşılığı emeğimizi satmıyoruz. Ailemize, çevremize ve kendimize ayıracağımız ekstra vaktimizi de dolaylı olarak “sermaye değerimizi” arttırmak için kullanıyoruz. Bu süreçte gittikçe yalnızlaşıyor ve piyasa karşısında daha savunmasız hale geliyoruz. Yoğun rekabet ortamında, meslek hayatımız boyunca sürecek olan bu mücadele ile sadece konumumuzu garanti altına almış oluyoruz. Piyasa şartları değiştiğinde ve yeni duruma adapte olamaz hale geldiğimizde ise değersizleşiyoruz.
Sonuç olarak, ekonomi temelli bu rasyonalite her alana nüfuz ettiğinde karşımıza yönetilebilir bir homo oeconomicus çıkıyor. Piyasa şartlarına göre şekil alan, yatırımlarla albenisini arttırması beklenen bir insan sermayesi. Aldığımız eğitim, ilave kurslar ve sertifikalar, katıldığımız konferans, etkinlik ve stajlar ve edindiğimiz mesleki tecrübenin hepsi bu sermayeyi arttırmaya yönelik girişimler. Piyasayı tatmin etmek için kendimize yatırım yapıyor, portföy değerimizi arttırıyor ve LinkedIn gibi platformlar aracılığıyla da kendimizi pazarlıyoruz.
Notlar
[1] Günümüzde birçok kötülüğün neoliberalizme yüklenmesiyle neoliberalizm ile ilgili tartışmaların zaman içinde karikatürize bir hal aldığını söyleyebiliriz. Erken sayılabilecek bir dönemde konuyu ele alan Foucault’nun eleştirileri bunlardan farklı bir noktada duruyor. Analizlerini önde gelen neoliberallerin metinlerine ve kendi gözlemlerine dayanarak yapıyor. Foucault’nun College de France derslerinde konuyu ele aldığı dönemde (1978-1979), Margaret Thatcher (Mayıs 1979-1990) ve Ronald Reagan’ın (1981-1989) henüz göreve gelmediğini, neoliberal politikaların geniş kitlelerce bilinip tartışılmadığını da belirtelim. Bu açıdan Foucault’nun analizleri ekonomi temelli yaşanan zihniyet değişimine erken dönemde işaret eden öngörüler olarak öne çıkıyor.
[2] Kullanımı daha eskiye gitse de konunun Wirtschaftspolitik (ekonomi politik) bağlamında ele alınmasının boşuna olmadığını belirtir. Özelde, ordoliberallerin piyasa ekonomisi vurgusuna eşlik eden Gesellschaftspolitik olarak adlandırdıkları aktif ve müdahaleci toplum politikalarına değinir. Yine ordoliberallerin kullandığı Wirtschaftsordnung (ekonomi düzeni) kavramını hatırlatır. Temas ettiği diğer noktalarla birlikte tüm bunları hayatın diğer alanlarına da nüfuz eden bir neoliberal rasyonalite ve yönetimsellik bağlamında ele alır.
[3]Wendy Brown sosyal medya platformlarında da benzer bir yaklaşımın kullanıldığına işaret ediyor. Bu bağlamda takipçi sayıları (followers), beğeniler (likes), paylaşım (reshare ve retweet), trending topics, en çok etkileşim ve beğeni alan videolar ve paylaşımlar gibi nicelik, sıralama ve rating temelli bir yaklaşım izlendiğini söyleyebiliriz.
Kaynakça
Brown, W. (2015). Undoing the demos: Neoliberalism's stealth revolution. Zone Books.
Duffy, B. E., & Pooley, J. (2019). Idols of promotion: The triumph of self-branding in an age of precarity. Journal of Communication, 69(1), 26-48.
Foucault, M (2008). The birth of biopolitics: lectures at the Collège de France, 1978-1979. Palgrave Macmillan.
Illich, I. D.(2013). Okulsuz Toplum. Şule Yayınları.